Edebiyatın Lensinden: Birey, Toplum ve Aradaki (Korkunç) Kopukluk

Bazı şeylerin önemini anladığımızı düşünsek de, bazen geri adım atıp büyük resme bakmadıkça gerçekleri hep eksik görürüz, boyutunu tam olarak idrak edemeyiz. Teknoloji de bunlara bir örnek. Teknolojinin bize sunduğu imkânlar her gün genişlese de, buna günbegün tanıklık etmek bu süreci sıradanlaştırıyor. Hâlbuki beş sene öncesini bile hayal edebilsek bugünle arasındaki uçurumun derinliğini sezebiliriz. Peki bu gelişme her zaman hayra mı alamet? Aldous Huxley’e göre değil. Huxley’e göre güce aç hükûmetlerin elinde gelişen teknoloji, bireyler için toplumu bir hapishaneye döndürebilir. Bu yüzden bugün ve yarın arasındaki uçurum çok karanlıktır, ve de tehlikeli.

Aslında Huxley’in korkusu tam olarak teknoloji değil. Hem öyle, hem değil. Onu korkutan güç –hükûmetin elindeki güç- ve bunu kendi varlığını sağlamlaştırıp köklendirmek için acımasızca sömürme imkânı. Işık hızında gelişen teknoloji de hâliyle önemi gittikçe artan bir güç kaynağı.

Huxley bu korkularını 1932’de yayınladığı Cesur Yeni Dünya isimli romanında yansıtır. Romandaki fütürist distopya Dünya Devleti’nde teknoloji ve bilim hükûmet tarafından diktatoryal bir rejimi empoze etmek için kullanılır. Aslında bu pek de yorucu bir iş günü sonrası yatağımıza uzanıp rahatlamak için keyifle okuyacağımız bir roman değil, en azından böyle olmamalı. Tırnaklarımızı kemire kemire okuyacağımız, tüylerimizi diken diken edecek bir kitap bu. Aslında bu bir roman değil; bu, Huxley’in zamanının satiri olmakla beraber geleceğe dair de bir uyarı.

Dünya Devletinde statükoyu tehdit edebilecek her tehlike ortadan kaldırılır ve kurulmuş düzeni devam ettirebilecek her detay insanlara aşılanır: slogan nettir “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar.” Karşısındaki en büyük tehdit insanlıktır, ve insanlığın getirdiği en derin duygular. Teknolojiyi bir silah olarak kullanan devlet de bunları saf dışı etmekte gecikmez: “annelik” veya “babalık” şefkat içeren masum kavramlar olmaktan çok pornografik “ayıp” ve “iğrenç” konseptlere dönüşür; hamileliğin yerini laboratuvarda şişeler içerisinde üretilen çocuklar alır; insanların bu toplumda hayatlarını sürdürebilmeleri için yeterli “bilgi” onlara uykularında hipnopedya (uykuda eğitim) yoluyla ezberletilir; hissedilen kötü duyguları yok etmek “Soma” isimli bir hapı yutmak kadar kolaydır. Ne yoksulluk vardır, ne savaş. Devletin amacı insanları mutlu etmektir; herkes mutludur, “herkes herkes içindir”.

Dünya Devletinde bireyselliğe yer yoktur. Burada bireyler yetişmez, bireyler üretilir. Üstelik statülerine, toplumdaki “değerlerine” göre etiketlendirilirler: Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon. Bireylerin bu şekilde ürünleştirilmesi Amerika’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen ekonomik değerleri, tüketici toplumunu ve dolayısıyla daha da belirginleşen sosyoekonomik eşitsizlikleri yansıtır. Artık insanlar Tanrı’ya tapmaz, onun yerini otomobil üreticisi ve Ford Motor şirketinin kurucusu Ford alır: haykırışlar “Aman Tanrım” değil, “Aman Fordum”dur. Dünya Devletinin politikaları ise Ford Fabrikasının üretim kurallarına göre kurulmuştur: Seri imalat, (aynı statü içerisinde) homojenlik, ve tüketim.

Baş karakter John bu homojen toplum içerisinde farklıdır: Öbür insanlara göre daha yakışıklı ve uzundur, Shakespeare okumaktan keyif alır, seks ve anlık zevkler yerine aşk ve keyifli sohbetleri tercih eder, üstüne üstlük tabulara rağmen bir anneye sahiptir. Bulunduğu topluma ters düşen tüm bu özellikleri onu “medeniyetsiz” kılar ve toplum tarafından “Vahşi John” diye etiketlendirilmesine neden olur. Bu lakabın kendisi ironiktir: onu “insandan” ayrı tutan ve “vahşileştiren” hâlâ varlığını sürdürebilmek için direnen insanlığıdır. Kuru bir “mutluluk” duygusu dışında duygulara yer ve izin verilmeyen bu dünyada kendini sıkıştıracak yer bulamayan Vahşi John’un insanlığı.

Bu yüzdendir ki acı acı haykırır: “Ama ben rahatlık istemiyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”

İçerisinde bulunduğu toplumun acımasızlığı John’un Lenina’yla kuramadığı ilişkisine yansıtılır. Lenina onun için tasarlatılan hayatın dışarısına çıkma potansiyeline sahip olsa da, bulunduğu durum hakkında eleştirel bir değerlendirme yapma becerisine sahip değildir. İçgüdüsel olarak her zaman güvenli olan tercihleri yapar, toplumun ondan beklentilerini karşılar. John ile yaşayabileceği romantik bir an görevlerini yerine getiren iki robottan ibaret bir sahneye dönüşür. John’dan kollarını onun beline sarmasını “emreder”:

Sarıl bana tatlım, sar beni;

Aşkın alır Soma’nın yerini.

Emir ve şart verici diline eşlik eden yapmacık bir kafiye anın tüm gelişimini ve doğallığını bozar: Seks tutku içeren bir aşkın parçası olmak yerine anlık zevkleri tatmin etmek için yerine getirilen bir vazifedir. İlişkileri ve Soma arasında kurulan analoji ise Lenina için aşk ve sevginin ne kadar içeriksiz ve yapay olduğunu temsil eder. Buna daha fazla tahammül edemeyen John’un arzuladığı tutkuyu karşılayamaması ise onun ile toplum arasındaki korkunç kopukluğu bir kere daha yansıtır.

Bu ilişkinin başarısızlığı aslında Dünya Devletinin politikalarını da simgeler. Aile, aşk gibi sevgi içeren ve bireyleri birbirine bağlayabilecek kavramlar tabulaştırılmıştır ki kimse devletten çok bir başkasına sadık olamasın, kimse bir başkasıyla bir araya gelip devlete baş kaldıramasın. Burada bireyler sadece topluluk olarak var olabilir, toplumlara yer yoktur. Çünkü kopuk kopuk hayatlar yaşayan ve birbirlerini arzularını tatmin edecek araçlar olarak gören topluluklar üzerinde güç kurmak kolaydır. Asıl tehdit insanlar bir araya gelip sorgulamaya başladığında oluşur. Fakat bu devlette bu da engellenir, toplum –daha doğrusu topluluk– düz bir “mutluluk” hissiyle uyuşturulmuştur: Herkes hâlinden memnun olursa kim niye olan sistemi değiştirme zahmetine girsin ki?

Başyapıtı Ütopya’da Thomas More mutluluk, güvenlik ve stresten uzak olmaktan daha büyük bir zenginliğin olmadığını öne sürer. Huxley’in seneler sonraki eseri ise tam da buna karşıt sanatsal bir cevap verir. Toplumlar içinde hayatımızı kuran ve sürdüren sosyal varlıklar olarak tabii ki topluma saygı gösterip toplu yaşam için bazı fedakârlıklarda bulunmalıyız. Özgürlüklerimizin sonsuz olması ne mümkün ne de adildir: Hepimizin eşit özgürlüklere sahip olabilmesi için başkalarının haklarını tehdit edebilecek kadar özgür olmamalıyız. Fakat aynı zamanda soyut bir toplum kavramının kişisel hayatımızı, özgürlüklerimizi ve en önemlisi insanlığımızı bu kadar ezmeye başladığını fark ettiğimiz anda bunu sorgulamamız gerekir. Hayatı toplumlar içerisinde sürdürsek de, bireysel olarak deneyimler ve yaşarız. Duygularımız, arzularımız ve özgürlüklerimizi uyuşturup bizi otoritesine boyun eğmeye zorlayan toplumların farkında olup onlara bu gücü vermememiz gerekir. Özellikle de teknolojinin inanılmaz derece baş gösterdiği, aç devletler ve büyük şirketlere bizim üzerimizde bu kadar güç verdiği günümüzde Cesur Yeni Dünya daha da gerçekçidir. Sorular sormalıyız, sorgulamalıyız.

Çünkü Vahşi Johnlara ihtiyacımız vardır. Çünkü umut, Vahşi Johnlar oldukça vardır.

 

 

Fotoğraf için tıklayınız

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir