Yazıma başlamadan önce, bana bu platformda kendimi ifade edebilme ve sizlere ulaşabilme şansını veren tüm Tabella editörlerine teşekkür etmek istiyorum.
Birini tanımak için izleyebileceğimiz en etkili yol o kişinin kendini tanıtmak uğruna kuracağı cümleleri okumak değil, tümüyle o kişinin hayat ve düşünce nehrine kendimizi bırakmaktır. Öyleyse tanışmamızı kısa ama içten bir kelime ile başlatıyorum: “Merhaba”
İlk olarak yüzeysel bir kavram tanımı yaparak ve söz gelimi konumuzu bu tanımlama üzerinden gerçekleştirmenin anlatıyı bir nevi daha mümkün kılacağını düşünüyorum. “Medya” ya da konumuz ile ilgili bize daha derin bir ifade sunan “kitle iletişim aracı” çeşitli organlarla farklı işlevsel biçimlerde kitlelere (toplumun her kesimini kapsadığı için bu tabir kullanılmakta) bilgiyi ulaştırmak için vardır. Aynı zamanda “bilgi” dediğimiz birimin belki de en önemli ihtiyacı bireyler ya da kitleler tarafından algılanmak için bir köprüye yani söz gelimi “duyurulmak” için bir araca ihtiyaç duymasıdır. Bilginin bu “duyurulma” arzusunu çoğunlukla karşılayan iletişim araçları: gazete, radyo, televizyon ve reklam panolarıdır. Bu araçlar, sistematik bir şekilde yaratılan çağımızın toplum algısına göre “normal” bir insan hayatının bütün evrelerince salt bir bütünleşme içerisindedir. Böylece, kitlelere hizmet eden bir “araç” olduğu düşünülen medya aslında çok büyük bir güç unsuru ve neredeyse tüm otoritelerce arzulanan bir silah hâline bürünerek onu yeterince iyi kullanamayan bütün hükmetme aygıtlarının enkazı olmuştur. Bu durumda, bizde hep otoritelerin sahip olabileceği bir varlık imajı olarak kalan medya aynı zamanda sahip olunabildiği ve yönlendirilebildiği ölçüde sahip olan ve yönlendiren bir otorite durumundadır.
Böylesine bir kudrete ulaşan medya, günümüz dünyasının ekseninde harcanan ve bir zamanlar “insan” olarak anılan bu yığınlara pek de şans tanımıyor doğrusu. Tanım olarak insan türüne hizmet eden bir “araç” olan bu kavram, tüm bu eylemi sürekli dönen ekranlar, durmaksızın konuşan duygusuz ses tonları ve kesintisiz ışık saçan reklam panoları ile duygularımızı ve ruhumuzu emerek gerçekleştiriyor. İşte, bir zamanlar “insan” dediğimiz o tür sahip olduğu tüm vasıflarından arındırılarak âdeta “etten robot” kategorisine başarı ile indirgenmiştir. Sonuç olarak “düşünme” ve “sorgulama” dediğimiz bu iki kavram artık insan türüne ait bir özellik olmaktan çok, kazanılması ve korunması gereken bir yetenek hâline yine başarılı bir şekilde getirilmiştir.
Tartıştığımız bu kavramın daha iyi anlaşılması için tarihsel düzlemde verilebilecek örneklerin söz konusu tanıma nasıl varıldığına dair daha derin bir fikir vereceğini düşünüyorum. Bu bağlamda, “kitle iletişim aracı” dediğimiz mefhumun bu tanıma varmasına zemin hazırlayan ve bizzat temelini atan Naziler olmuştur. Hüküm sürdükleri süre boyunca sanat dâhil olmak üzere, akla gelebilecek tüm organları propagandalarını kitlelere ulaştırmak ve vatandaşlarının düşünmesine engel olmak adına kullanmaktan çekinmediler. Aslında, sanat ile propagandayı aynı şey olarak gören bu zihniyetin, sanatı bile topyekûn bir araç olarak kullanmasına şaşırmamalı. Son zamanlarda adından sıkça söz edilen Nazilerin propaganda bakanı Dr. Goebbels Berlin Savaşı isimli kitabında şunları yazmıştır:
“19. yüzyıla ait araçlarla mücadele eden rakiplerimiz komünistlerin hiçbir şansı yok artık. Yazılı propagandalarıyla insanlara düşünme vakti bırakıyorlar. Biz ise sözümüzün bedensel ritmiyle bu vakti asla bırakmadık…“
Peki sizce, çokta uzak olmayan bir yüzyılda söylenmiş bu sözler şu an bahsettiğimiz “kitle iletişim araçlarının” çalışma şekli değil midir?
Nazilerin örneği bugün derisini değişerek tekrar karşımıza çıkmıştır. Dünyanın yakın siyasi tarihinde gerçekleşen olaylar üzerine biraz düşünüldüğünde, günümüz siyasetçilerinin medyayı arzuladıkları “siyasal otorite” ve “popülizmi” daha kolay elde etmek uğruna kullanmaktan çekinmedikleri gibi, kendilerini medyanın kuklası yapmaktan çekinmedikleri de apaçıktır. Öyle ki, her ne kadar kötü bir popülaritesi olsa da bahsettiğimiz bu şema doğrultusunda ilk öne çıkan kişi hem Amerikan Başkanı olup hem de reklamın iyisi ve kötüsü olmayacağını gayet iyi bilen bir milyarder iş insanı. Âdeta kendi iplerini medyanın ipleriyle değişmiş ve hem medyayı propagandası lehinde kullanmayı hem de bizzat kendisini medyaya faydası dâhilinde kullandırmayı başarmış ve istediğini elde etmiştir. Bundan yirmi beş sene önce, eski İtalyan Başbakanı Silvio Berlusconi’nin siyasal deneyimi bize bugünün siyasi otorite figürlerinin neye benzeyeceğini anlatır nitelikteydi. Bu iki otoriter figürün milyarder olmalarından başka bir ortak özellikleri daha var: İkisi de yapmış oldukları söylemler ve sergilemiş oldukları şovenist tavırlar ile sadece kendi ülkelerinin değil tüm dünyanın gündemini de kendi çıkarları doğrultusunda işgal etmişlerdir ve hâlen daha etmektedirler. Böylece, Naziler gibi insanların apaçık bir biçimde fikir sahibi olmalarını engellemiyor ama sebebi fark etmeksizin bir şekilde gündemde bulunarak iyi veya kötü reklamlarını yapıyor ve işgal ettikleri gündem sayesinde insanların tepki vermesine olanak tanımıyorlar.
Üzerine çok daha derin bir şekilde konuşabileceğimiz ve farklı yaklaşımlar ile ele alıp değerlendirebileceğimiz bu konuyu son sözlerimle sizin düşünce akışınıza ve sorgunuza bırakmak istiyorum. Son olarak, adını pek çoğumuzun bilmediği ancak bu toprağın bir değeri olan Kıbrıslı filozof Ulus Baker’in bir sözünü de yazım ile beraber değerlendirmeniz için paylaşıyorum. Ulus’a içten bir sesleniş olması dileğiyle…
Aslında bu “medya” dediğimiz kavramın, bilincimizde sahip olduğumuz tüm imajlar üzerinde yetkin bir eyleme gücü vardır. Söz gelimi bu güç medyanın elinde olduğu sürece biz insanlar için “iyi”, “kötü”, “güzel” ve “çirkin” gibi göreli mefhumlar ve nesneler üzerindeki algılayış biçimlerimiz dahi sürekli olarak çatışmaya, birbirlerinin yerini almaya ve bizde geriye realiteden uzak salt bir uyuşukluk bırakmaya devam edecektir.
“Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberleri daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gök gürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist.”
-Ulus Baker