Hayatın Anlamına Radikal Bir Bakış: Varoluşçuluk

Varoluş, felsefe tarihi boyunca filozofların en çok kafa yordukları, öz ve anlamlarının ne olduğunu sürekli anlamaya çalıştıkları olguların başında gelir. Varoluş üzerine düşünmek ise her ne kadar filozofların kendi alanlarında derinlemesine yaptıkları bir uğraş olsa da filozof olmayan insanlar da varoluş ve hayatın anlamı konusunda zaman zaman kafa yorarlar. Aslında Shakespeare’in de Hamlet adlı eserinde belirttiği gibi bütün mesele “olmak ya da olmamak”tır.[1]

 

Gündelik hayatımızda birçok uğraşta bulunuruz ve bunlar çoğunlukla günlük rutinimizin birer parçasıdırlar: Sabah kalkma, işe, okula veya belirli bir istikamete yolculuk, o istikamette belirli işler, eve geri dönüş, beslenme… Bunların her biri basitleştirilmiş bir rutini oluştururlar ve günümüzde insanların büyük çoğunluğu böyle bir rutin ile yaşar. İnsanların yüksek düşünebilme kapasiteleri ve zihinsel sorgulama yetenekleri olduğu yaygınca kabul edilir; fakat bir rutin ile meşgul insanın, kendi öz benliği veya varoluşu ile ilgili bu yeteneklerini kullanma fırsatı çok azdır. Varoluşçu felsefe işte bu noktada çağdaş bireyin bulunduğu pozisyonu ve varoluş amacını ele alır.

 

Bireyin oluşunun özünün öncülü olduğu savından hareket eden varoluşçu felsefenin tarihinde Kierkegaard’dan Heidegger’e, Dostoyevski’den Camus’ye birçok isim bulunur. Varoluşçu felsefenin en önemli filozofu olarak kabul edilen isim ise Jean-Paul Sartre’dır. Bugün varoluşçu felsefenin temel argümanları ve temel kavramları altında imzası olan Sartre, felsefesini edebi kişiliğiyle de ortaya koymuştur; ki kendisi zaten 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesine karşın yazarların kurumsallaşmaması gerektiğini savunarak ödülü almayı reddetmiştir. Bugün varoluşçu felsefenin merkezine aldığı kavramlardan “radikal özgürlük” ve “otantiklik” üzerine en çok uğraş veren kimse de yine Sartre’dır.

 

Sartre’ın varoluşçuluğu, katı bir kurama bağlı bir varoluşçuluk açıklaması olmadığından (ki bu zaten varoluşçuluk bireyin özgürlüğünü temel aldığı ve sisteme karşı olduğu için ona ters düşer), günümüzde kabul edilen varoluşçuluk felsefesi olarak sayılabilir. Sartre’a göre hayatın önceden gelen bir anlamı bulunmamaktadır çünkü “varlık özden önce gelir”.[2] Felsefede temel bir sorun olan hayatın anlamına kökten bir bakış sunan Sartre özü kabul eden tüm doktrinlere -din veya varoluşu özden başlatan idealist felsefi düşüncelere (Hegel’in Geist’ı gibi)- karşı çıkar ve insanların kendilerine bir anlam seçmede özgür olduklarını savunur. Sartre için varoluşu anlamak otantikliği anlamadan geçer. Çünkü düşündükleri, arzuladıkları, inandıkları ile uyumlu bir şekilde davranan, herhangi bir dış baskı altında kalmadan bunu yapabilen insan tam anlamıyla özgürdür.[3]

 

Sartre’ın temel argümanlarını günümüzün gelişmiş toplumlarındaki rutinlerden örnek vererek açıklamaya çalışmak doğru bir nokta olabilir. Bugün Londra’yı örnek alırsak, her gün milyonlarca insan belli bir rutini (uyanmak, işe/okula gitmek, çalışmaları yürütmek, eve geri gelmek ve uyumak) takip ederek yaşarlar ve bu rutini sürekli biçimde devam ettirirler. Milyonlarca insan arasında bu rutini takip etmek istemeyen, belirli faktörlerin etkisi altında bu rutini takip eden, kendine alternatif arayan (şehirden kırsala kaçmak gibi) birçok insanın varlığı oldukça mümkündür. İşte bu insanlar kendi hayatlarının idamesini kendileri seçmedikleri, aksine belli bir baskı altında bunu yürüttükleri için özgürlüklerini tam olarak yaşamayan ve otantik olmayan insanlardırlar. Sartre’a göre varoluşumuzu sorgulamaya başladığımız “varoluş krizine” adım attığımız zaman bulunduğumuz koşullara yabancılaşmış ve hayatın anlamının ne olduğunu düşünür hâle geliriz. Yabancılaşma evresi ve etrafı ile ilişkisini tanımlayamama varoluşçulukta çok önemli bir kavram olup özellikle Sartre’ın Bulantı ve Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eserlerinde geniş ölçüde irdelenmektedir.

 

Varoluşsal krizini Sartre’ın terimleri ile aşabilen ve o ölçüde var olabilen insan, dünyanın anlamsızlığını kavramış ve kendini özgür ve otantik biçimde yaşayarak var olabileceğine ikna etmiş insandır. Kendi hayatına bir anlam yüklemek için başka bir güç veya etkenden yardım almayan ve sadece kendi düşünce ve fikirlerini kullanan ve bu doğrultuda hayatını idame ettiren birey, bulunduğu sisteme karşı gelmiş ve bir nevi kabuğundan sıyrılmıştır. Bu da Sartre’ın önceki filozoflar ile olan ayrışma kısmıdır. Çoğunlukla idealist geleneği takip eden geçmiş filozoflar, yaşama bir öz yükleme ve insanı bu öze göre açıklama amacı ile felsefe yapmışken Sartre bireyin varlığını baz alarak modern insana bir nevi “hayatının açıklamasını” getirmiştir.

 

Sartre’ın varoluşçuluğu ile yaşadığımız dünyalar arasında paralel çizmek oldukça mümkün olup, bunu kendi hayatımızın analizi olarak kullanmak tamamen insanın kişisel seçimine kalmıştır (ki bu Sartre’a göre otantik bir önerme olur). Ben, şahsi fikir olarak varoluşçu felsefenin günümüz insanını anlamakta çok kullanışlı olduğunu düşünmekle beraber varoluşçuluğun başka felsefi akımlarla da etkileşim içerisine girerek ve yanıldığı noktaları geliştirerek, varoluşumuz ve yaşadığımız âlem hakkında daha zengin açıklamalar getirebilen bir felsefi kuram olacağı kanısındayım. Bunu da yapabilmenin yolunun bir önceki yazımda da belirttiğim üzere öğrenmek, sorgulamak ve fikir üretmekten geçtiğini söyleyebilirim.

 


 

Referanslar

  1. Shakespeare, W. (1600). The Tragedy of Hamlet, Prince of Denmark. URL = https://www.opensourceshakespeare.org/views/plays/play_view.php?WorkID=hamlet&Act=3&Scene=1&Scope=scene (19.10.2018 tarihinde erişilmiştir).

 

  1. Sartre, J. P. (1946). Existentialism Is a Humanism. URL = https://www.marxists.org/reference/archive/sartre/works/exist/sartre.htm (19.10.2018 tarihinde erişilmiştir).

 

  1. Varga, Somogy and Guignon, Charles, “Authenticity”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2017 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/fall2017/entries/authenticity/>

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir