Kapitalizmin Doğuşu (1)

Kapitalizm, günümüzde akıllarda pek de güzel şeyler çağrıştırmayan, duygusuzluk üreten, parayı yücelten bir sistemin adı olarak görülür. Kelimenin etimolojisi bugünkü çağrışımlarına göre masum dursa da, günümüzde kapitalizm düşüncesi Karl Marx’ın -kelime olarak hiçbir noktada kitabında kullanmamış olsa bile- devasa, çok ciltli “Kapital” kitabında şekillendi: Gaddar, fırsatçı ve sadece kâr etme hedefine odaklanmış bireyler; bu hedef uğruna her şeyin (işçi, köle, altın, ham madde vs.) maddi değerlerine göre ölçülmesi ve sömürülmesinin organize edilmesidir.

 

Max Weber’in kitabı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” ise kapitalist düşüncenin kaynağını arar. Kitapta varılan sonuç ise Avrupa’da başlayan Reformlar sonucu meydana gelen Protestanlıktır bu kaynak. Protestan inancına mensup bireyler kendilerini Tanrı’ya kanıtlamak için hayatlarını zenginlik elde etmeye adarlar. Bu uğurda azimli olmaları onları kurnaz ve verim odaklı çalışmaya iter; kapitalist düşünce böylece gelişir.

 

Weber’in ve Marx’ın belki haklı olduğu ve belki haklı olmadığı noktalar vardır, ancak ikisi de kapitalist düşüncenin eski düşünce tarzlarından bağımsız bir şekilde geliştiğini, yani “eskiye karşı yeni” bir düşünce olduğunu anlatır.

 

Bu yazıda sorgulanan bir grup insanın bu “kapitalizm ruhunu” içselleştirmesi, ya da bunun sınıflar arasında ortaya çıkan kavgası değil; bu “ruhun” siyasi ve sosyal olarak nasıl bir sistem hâline geldiği, daha doğrusu bu süreçte nasıl bir düşünce zinciri yaratıldığı.

 

Kısaca: Kapitalizm düşünce olarak nasıl doğdu?

 

Özellikle merak ettiğim şudur: Avrupa’nın aydınları, deyim yerinde ise kapitalizmin doğuşunda, nasıl bir düşünce yapısına sahiptiler? İktisadi bir hadise olmasına rağmen, siyasi ve sosyal olarak içimize işlemesi nasıl bir fikir silsilesine aittir? Kapitalizm bir yönetim tarzı olarak nasıl öngörülmüştür?

 

Bu merakıma âdeta imdada yetişir gibi çıkageldi Albert Hirschman. Hirschman, kitabı “Tutkular ve Çıkarlar” açılışında bu konuda araştırmaya ekonomik büyümenin siyasi sonuçlarını düşünerek başlıyor, fakat sonradan daha büyük bir tartışmanın tezini oluşturuyor. Kitap; Amerika’nın keşfi, deniz ticaretinin kuvvetlenmesi ve Doğu Hindistan Şirketi gibi kıtalar arası ticaretin genişlemesinde büyük rol oynayan şirketlerin kurulduğu zamana denk gelen, kısaca Avrupa’da ekonomik büyümenin başladığı zamanlar olan, 17. ve 18. yüzyılları odağına alır. Dönemin meşhur düşünürlerini merceğine alarak, bu ekonomik büyümenin sonucu olarak ortaya çıkan fikirler ise kapitalist düşüncenin Marx’ın ve Weber’in anlatışından biraz farklı olarak “eskiye karşı yeni” düşünceler olarak değil, eski düşünceden doğmuş yeni bir düşünce tarzı olarak resmeder.

 

Özetle, bu yazıda Hirschman’ın argümanlarını kendi yorumum ile sizlere “satmaya” çalışacağım[1].

 

Prens, Tutkular ve Dilin Önemi; “Çıkar”ın Doğuşu

İster uluslararası politikadan bahseder olalım, ister yerel odaklı birtakım dedikodulardan yola çıkalım, bugün dilimize pelesenk olan, bol bol kullandığımız bir kelimedir “çıkar”. Günümüzde kullanımı genel olarak -neredeyse münhasır bir şekilde- ekonomik çıkarlardan bahsetmektir. Bir olaydan en fazla çıkar sağlamış kişi özünde en fazla kâr sağlamış olandır. Anlamda odaklanma, yani kelimenin ekonomik anlamının diğer bütün eş anlamlı kullanışlarından daha egemen bir duruma gelmesi, konumuz ile içten içe alakalıdır.

 

Günümüzde siyasi arenada politikacıların kamunun “çıkarlarını” savunmalarını ve bu “çıkarları” göz önünde bulundurarak siyaset yapmalarını bekleriz. Gerçekte öyle olup olmadığını, hatta nasıl bir performans gösterdiğini irdelemek başka bir meseledir. Örneğin Sevgili Cemal Uysal’ın yazısının konusudur. Bu yazıda -Hirschman’ı takiben- bu düşüncenin öncesinde, bu düşünceye yol açacak düşünce silsilesinin başına gidelim. Başlayacağımız nokta Niccolò Machiavelli’den başkası değildir.

 

“Çıkar” teriminin oluşumundan önce Machiavelli, kitabı “Prens” ile terimin konseptini arayışa koyuldu. Bunun sebebi, günümüzün aksine, o dönemde devletin başında olan bireyler, yani hükümdarlar ve genel olarak güç sahibi insanlar ile onların danışmanları, katı bir şekilde devletin “çıkarlarını” göz etmekten öte kişisel tutkularının peşinde koşan, bu uğurda savaşlar veren ülkeyi ve çevre bölgeleri kaosa sürükleyen bireylerdi.

 

Tutku derken neyden bahsediyoruz? Okuma, çalışma tutkusu değil; şehvet, açgözlülük ve güç arzusu gibi o dönem ve bugün bile ister dinî ister toplumsal ahlak olsun kınanan ve hoş görülmeyen “tehlikeli” tutkulardan bahsediyoruz. Bu tutkular ne şefkati ne de özgeciliği hoş görüyor, insan hayatını ölümcül riskler ile karşı karşıya bırakıyordu. Hristiyan dininde yedi ölümcül günahtan olan bu tutkular, İtalya’da Danté “İlahi Komedya” ile; İran’da Gazali “İhya-u Ulumi’d-din” ile insanoğlunun sergilememesi gereken, dinî ahlaka aykırı tutkular olduklarını anlatmışlardır.

 

Gücü elinde tutan kişilerin bu tutkuları göz önüne alarak ülkeyi yönetmesi kadar korkunç bir şey olamaz, kabul edilemez. Bu yüzden, bu tutkuları dizginleyecek bir takım akla uygun düşünceler lazımdı.

 

Bu açıdan Machiavelli, dönemin dinî ahlakından bağımsız bir şekilde, yeni bir yönetim ahlakı tasarlamaya çalıştı. Bu tasarımda gücü elinde tutan kişiler tutkularına yenik düşmeden ve böylece ülke genelinde kaosa müsaade etmeden, gücü elinde tutmayı başaracaktı. Bu dağınık düşüncelerden ise ileride daha belirgin bir konsept olarak adını aldı “çıkar”.

­­

 

“Çıkarlar” konseptinin kelime olarak kullanılışı 17. yüzyıla[2] dayanır. İlk olarak savaşları konu alarak ülkelerin dış ilişkilerindeki “çıkarları”, ardından iç savaşları konu alarak ülkelerin içişlerindeki “çıkarları”, ardından -milliyetçilikten önce gelen- dinî topluluklar arası hazımsızlığı konu alarak her bir topluluğun “çıkarları” tartışıldı. Ne zamanki Avrupa’da çatışmalar azaldı ve siyasi istikrar arttı, o zaman bireylerin “çıkarları” ve bunun ekonomik kazanımlar ile bağlantısı oluşmaya başladı.

 

Böylece “çıkar” sadece hükûmet etmek ile sınırlı değil, bireylerin hayatlarını idamesinde bile yer edindi ve dönemin toplum felsefecileri bireyin “çıkarlarını” göz etmelerini irdeler hâle geldi. İnsan hareketinin ve bireylerin verdiği kararların özünde “çıkarlar” mı vardır? Bu “çıkarlar” nelerdir?

 

Adam Smith şu sözleri sarf etti:

“Çoğu insanların, durumlarını düzeltmek için düşündükleri ve istedikleri araç, servetin artmasıdır.”[3]

 

Eğer bir bireyin hayattaki amacını “durumlarını düzeltmek” olarak öngörür isek ve bunun sağlanması için en gözle görülür yol olarak servetlerinin artmasını doğru kabul edersek, “çıkar” kelimesinin nasıl genelde ekonomik çıkarlar olarak odaklandığını anlamaya bir adım daha yaklaşırız. Ayrıca, böyle düşünmek, bireysel davranışları anlamak açısından önemli bir avantaj oluşturuyordu: Tahmin edilebilirlik. Ekonomik çıkarlarını baz alarak karar veren insanların herhangi bir durumda verecekleri kararları öngörmeniz kolaylaşır. İnsanların davranış tarzlarını tahmin edebildiğinizde ilerisi için plan oluşturabilirsiniz. Böylece uzun dönemli düşünebilir ve bir toplumun yönetimini istikrarlı ve güvenli bir hâle getirebilirsiniz. Zaten ekonominin gelişmesi için bugün bile aradığımız ortam nasıl bir ortamdır?

 

Bunu bir cümlede özetlemek gerekirse şöyle bir umut dolu düşünce ortaya çıkar: İnsanların tutkularını değil ekonomik “çıkarlarını” güttükleri bir ortamda ticaret artar, artan ticaret insan ilişkilerini güçlendirir, huzur çoğalır ve savaşlar azalır.

 

Bu durumda “servet arttırma”, günümüzün açgözlülük ile eşitlediğimiz kâr gütme hevesi, zamanında olabilecek en masum ve en çekici insan özelliğiydi. Bu uğurda hayatlarını adamaları bireyler ve kolektif olarak toplum için istikrar ve güvenlik açısından en elverişli ortamı yaratıyordu.

 

İki parça olarak hazırladığım yazımın ilk yarısına böylece bir nokta koyuyorum. Şimdilik özetle “çıkar” ve tutku kavramını açıkladık, günümüzden farklı olarak o dönem tutkuların tehlikelerini gösterdik ve bugün için neredeyse tam ters bir görüş beslediğimiz “ekonomik çıkar” konseptinin aslında ne kadar çekici geldiğini anlattık. Kapitalizm düşüncesinin böylece ilk kıvılcımlarını, zirve yapmadan önce geldiği noktayı gördük. Önümüzdeki yazıda ise bu düşüncenin “ekonomik büyüme” ile bağlantılarını anlatıp, hangi noktada tutku ve “çıkarları” ayrı değil de eş anlamlı olarak görmeye başladığımızı göstereceğiz.

 

Benim bu iki parçalık yazıda varacağım nokta tamamen Albert Hirschman’ın kitabından aldığım bilgilerin yorumlanmasıdır, o yüzden siz değerli okurlarda eğer burada yazdığım fikirler bir merak uyandırdıysa, argümanın esas kitabı olan “Tutkular ve Çıkarlar” kitabını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

 


 

Referanslar:

[1] Yazının argümanları Albert O. Hirschman’ın “Tutkular ve Çıkarlar” kitabından yorumlanmıştır.

[2] Bilinen ilk kullanım Duke of Rohan (Henri Rohan), “A treatise of the interest of the princes and states of Christendome”, 1641

[3] Smith, Adam, Milletlerin Zenginliği, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir