Bu toprağın insanları, bu toprağın insanları…
Neden bu hâle geldiler?
Bu toprağın insanları, bu toprağın insanları…
Neden üretmekten kesildiler?
Bu toprağın ozanları, bu toprağın “erğatları”…
Bu toprağın kemanecisi, bu toprağın meddahı, bu toprağın yoğurtçusu, bu toprağın iskemlecisi, bu toprağın insanları…
Ne oldu bize?
***
“Ne oldu bize? Ne hâle geldik biz?”
Adli olaylarda her zaman sorulur bu soru.
“Kapılarımız açık uyurduk biz.”
Yirmi yaşındayım ben. Hayatımda bir gün kapım açık uyumadım evimde. Evden çıkarken pencereleri kapattım sıkı sıkıya hırsız uğursuzdan kaçınalım diye.
Vah benim hâlime… (?)
***
“Girne ah güzel Girne, ne güzeldi, şimdi o güzelliği hiç kalmadı…”
Yirmi yaşındayım ben. Annan Planı referandumunda beş yaşındaydım. İnşaat patlamasını hatırlamam bile.
Girne benim için hep o çirkinliği söylenen, inşaat yığınlarının kapsadığı hâliyle var oldu. Girne Dağları’nın yangından önceki hâllerini bilmem, arada dağa çıktığımızda sorarım babama yangın günlerini ve öncesini.
O hâlleriyle Girne’yi hep güzel bulmuşumdur. Benim sorunum ne?
***
“Eski Lefkoşa’yı kaybettik, o birlik ruhunu, beraberlik ruhunu kaybettik…”
Ben çocukken Lefkoşa Surlariçi kurtarılmış bölgeydi, kaçınılacak bir yerdi. Öyle bildik, öyle alıştık biz, sonra ta ki adım adım memleketimizin yüzlerce yıllık başkentini sil baştan keşfedelim…
Ne oldu, nasıl bu hâle geldik?
Biz gençler bunları sora sora, kitaplardan öğrendik.
O tecrit yıllarından sonra gelen rahatlıkla Surlariçi’nden insanların uzaklaşmasını, oranın âdeta bir hayalet şehre dönüşmesini, sonra çürümekte olan bu hayalet şehre “öteki”lerin yerleşmesini, o insanları da bu toprağın çocuklarından sayıp bu toprağa adapte etmek yerine ötekileştirmemizi…
Kitaplardan, büyüklerimizden öğrendik.
***
“Eskiden biz böyle değildik.”
Değil miydik sahi? Biz sizin yalancınızız.
Ama artık yeter!
Biz, bu ülkenin gençliği, o nostalji duyulan zamanları yaşamadık. Eski Lefkoşa ruhunu, birlik beraberliği, bayram yerlerini, güzel yeşil Girne’yi göremedik. Sokaklarda her zaman korku, taciz, madde bağımlılığı ensemizde oldu, her zaman kurtarılmış bölgeler oldu bizim için.
Bize acımanızı istemiyoruz!
Biz, bu toprağı buna rağmen, bunları bilerek ve görerek sevdik. Tıpkı önceki nesillerin yokluğa, savaşa, çok başka korkulara rağmen sevdiği, tutunduğu gibi.
Ancak “Bu hâle nasıl geldik biz?” negatifliğini duydukça, sevdiğimiz bu ülkenin iflah olmaz bir bataklığa dönüştüğü bizlere söylendikçe, umutlar bizim ellerimizde olmayan kavramlara yüklendikçe nasıl aynı azimle tutunabiliriz? Hele de kaçıp gitmek her zamankinden kolayken?
***
Bu toprağın kemanecisi, bu toprağın meddahı yok artık.
Ancak bu toprağın müzisyeni, bu toprağın tiyatrocusu var!
Müzisyenini özgün çalışmalara teşvik edecek koşullar yok, tüm bu koşullarda harikalar yaratan tiyatrocusunun hakkını verecek bir tiyatro binası yok.
Ancak insanımız var!
Sormamız gereken soru “Nasıl bu hâle geldik?” değildir. Geçmişin hatalarıyla yüzleşmek elbette ki önemlidir; ancak asıl sormamız gereken “Nasıl bu hâlden iyiye gideriz?” sorusudur, gerçek ilerlemenin olduğu her yerde olduğu gibi.
***
Üretmekten kesildik, öyle ya da böyle.
Sanayi Holding kapatıldı, yandı bitti kül oldu.
Peki üretime yeniden nasıl tutunuruz?
Kendi kendimize yeterliliğin dışında, ekonomik anlamda rekabetçi olamayacağımız, sürdüremeyeceğimiz endüstrilerde ısrar etmenin bir anlamı yok. Çelik endüstrisinin güncelliğini kaybetmesi sonrası üretimden kopan Lüksemburg, kendisini finans sektöründe yeniden tanımladı ve dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri oldu. Evet, biz ambargolar altında yaşıyoruz; ancak radikal olarak değiştirebileceğimiz hiçbir şey yok mudur?
Kendisini “üniversite adası” olarak tanımlayan bir ülke olarak mesela teknolojideki atılımlar, bilişim çağı bizim için bir fırsat olabilir mi? DAÜ Teknopark gibi fikirler bugüne dek neden etkili olamadı, nasıl daha etkili olabilir? Daha kalifiye bir gençlik yetiştirmek için programlamayı lise eğitimine entegre etmemiz gerekmez mi? Bu nesiller bizi belki üretime yeniden bağlayabilir mi?
***
Evet, değerlerimizden uzaklaştık.
Özgün olarak bu ülkenin bağrından kopan “Köprüden Geçemedim”ler, “Garanfil”ler çıkmıyor piyasaya.
Neden? Bunu nasıl değiştirebiliriz?
Ülkemizde müzik, edebiyat üretme arayışında olan insanlarımızı bu ülkeye özgün, kültür mirasımız olarak sahip çıkacağımız eserler üretmeye nasıl teşvik edebiliriz?
***
Evet, güvenlik ciddi bir sıkıntıdır.
“Kapılarımız açık uyurduk.” E napalım?
Mesela bunun gerçek çözümü polisiye tedbirler veya muhaceret politikasındaki değişiklikler midir? Suç istatistikleri nelerdir, mesela kimlikle giriş serbestliğinin kaldırılmasının yapacağı etkiyi nasıl modelleyebiliriz? Kadına yönelik şiddete karşı toplumun ve özellikle erkeklerin bilinçlendirilmesini nasıl daha sistemli hâle getirebilir, kadın sığınma evlerini nasıl daha yaygınlaştırabiliriz?
Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde artan güvenlik sorunlarına karşı olağan tepkilerdir mobese kameralarının takılması, muhaceret politikasının değiştirilmesi gibi istekler. Ancak talep ederken aklımızda ne “biz bunu yapamayız” çekingenliği, ne de “biz ne hâle geldik yarabbi” paranoyası olmalıdır. Gerçek sorunların üzerine gerçek çözümlerle gitmekten korkmamalıyız.
***
Nostaljiye dair en sevdiğim eserlerden biri Woody Allen’ın Paris’te Gece Yarısı filmidir.
Bu filmde 2010’larda yaşayıp 1920’lerin Paris’ini özleyen kahramanımız sihirli bir şekilde bu döneme aktarılır. Buradaysa o dönemin bir başka “altın çağ” olan 1890’ları nasıl da özlediğini görür. Aşklar, mutluluklar, endişeler arasında, kahramanımız fark eder ki herkesin aklında özlenen bir “altın çağ” vardır; ancak bu aslında insan zihninin yanılsamasından başka bir şey değildir. Aslında tek sahip olduğumuz, tek gerçekliğimiz günümüzdür, günümüz de bizim ona sahip çıktığımız kadar güzeldir.
Gelin nostaljiye kendimizi kaptırmayalım. Gelin artık “Ne hâle geldik biz?” diye sormayalım.
Gelin gerçek sorulara gerçek cevaplar arayalım.
Kapak resmi: Theo Michael