Aşkın Sinirbilimi

Giriş

Aşk, tarif edilmesi en zor duygulardan biri olmasının yanı sıra okuduğumuz, gördüğümüz ve dinlediğimiz birçok şey içerisinde kendine yer bulan, tüm insanlığı derinden etkileyen bir olgudur. Aşkın tarifi yapılırken çoğu zaman onun gizemini ve yüceliğini vurgulayan tanımlar kullanıldığını duyarız. Hâlbuki, aşk, sinirbilimin gelişmesiyle birlikte -her ne kadar tamamen açıklanmış bir durumda olmasa da- açıklanabilir konuma gelmiş biyolojik (daha doğrusu biyokimyasal) bir fenomendir.

 

Çalışmalar, Bulgular ve Sonuçlar

Beyin araştırmaları yapılırken kullanılan metotlardan biri de fMRI’dır (functional magnetic resonance imaging). Bu metot bir tarama metodu olup, beyindeki kan akışını baz alarak sinir hücrelerinin aktivitelerini inceler: Daha çok kan akışının olduğu bölümler bu metotta sinirsel olarak daha aktif sayılır. 2000 yılında Türk asıllı Britanyalı sinirbilimci Semir Zeki ve çalışma arkadaşı Andreas Bartels, 17 âşık insanın beynini, âşık oldukları insanın ve o insan ile benzer yaş aralığında, aynı cinsiyete sahip ve benzer ilişki süresindeki -yani kişinin romantik ilişkisi ile arkadaşlıkları benzer sürede devam etmekteydi- üç arkadaşlarının fotoğraflarına bakarken fMRI metodu ile incelediler. Çalışmaları sonucunda, âşık insanın belirli beyin bölgelerinin -ön singulat korteks (anterior cingulate cortex), insula, putamen ve kaudat nukleus (caudate nucleus)- iş birliği içerisinde çalıştıklarını ve amigdala (amygdala) ile beraber belirli bölgelerinin etkisizleştirildiğini kararlaştırdılar. Böylelikle aşkın, diğer duygulardan farklı olarak belirli beyin bölgelerinden oluşan eşsiz bir bağa sahip olduğunu göstermiş oldular.[1]

 

İki bilim insanı dört yıl sonra bir başka makale yayınlayarak burada anne sevgisini -“love” kelimesi Türkçeye hem sevgi hem de aşk olarak çevrildiği için burada sevgi manasını kullandım- ve romantik aşkı karşılaştırdılar. Bu çalışmanın sonucunda iki olayda da farklı bölgelerin etkinleştirildiğini fakat beynin ödüllendirme mekanizmaları ile yakından ilgili belli bölgelerde iki olguda da etkileşim yaşandığını gözlemlediler.[2] Bu sonuçlar, anne sevgisi ve aşk gibi bağlılık içeren duyguların beynin belli alanlarına doğrudan tekabül ettiğini ve özellikle beynin ödüllendirme mekanizmasında yer alan hormonların ve nöropeptitlerin (neuropeptide) bu duygu durumlarında önemli rol oynadığını açıklamaktadır.

 

2004 yılında Nature Neuroscience dergisinde yayınlanan bir makalede farelerde çift-bağı (pair-bonding) oluşumu incelenmiş ve dopamin (dopamine), vazopressin ve oksitosin moleküllerinin bağ oluşumunda önemli rol oynadıkları, tıpkı insanlardaki gibi hipotalamus bölgesinin bağ oluşumunda aktifleştirildiği gözlemlenmiş Zeki’nin sonuçlarına atıf yapılarak çalışmalar arasındaki benzerliğe dikkat çekilmiştir.[3] Memelilerde aşk hakkındaki araştırmalar arasında en çarpıcı olanlardan biri ise 2006 yılında Helen Fisher ve iki diğer bilim insanının yayınladığı çalışmadır. Fisher ve ekibi bu çalışmada 17 âşık insanın beynini fMRI metodunu kullanarak inceleyerek -burada Semir Zeki’nin çalışması ile olan benzerliğe dikkatinizi çekerim- ventral tegmental alanın (ventral tegmental area) ve kaudat nukleusun özellikle etkinleştirildiğini gözlemlediler, ki bu alanlar beynin ödül sistemi ile ilişkili alanlardır. Aynı çalışmada reddedilmiş 15 kadın ve erkeği inceleyen Fisher ve ekibi, kumar ile bağlantılı ödüllendirme mekanizması ile öfke kontrolü ile ilişkilendirilen beyin bölgelerinde aktivite gözlemlediler. Böylelikle aşkın insan üremesini yönlendiren önemli beyin üç sistemden -türün devamı için gerekli cinsel dürtü (sex drive), bireyleri belirli partnerler ile birlikte olmaya motive eden cazibe (attraction) ve türe özel ebeveyn işlevlerini yerine getirmek için çiftlere gerekli motivasyonu sağlayan bağlılık (attachment) veya aşk– biri olduğu sonucuna vardılar.[4] Helen Fisher bu çalışmasını temel alarak ileride ayrıca bir kitap yayınlamış ve insanlara aşkın sinirbilim yönünden tanımını yapmaya çalışmıştır.

 

Evrimsel Mekanizma

Evrim teorisinin belkemiği elbette üremedir. Türlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri ve dünya üzerinde bir yer edinebilmeleri için üremeleri elzemdir. Bu noktada aşkın insanların üremesini kolaylaştıracak ve tür olarak hayatta kalma şanslarını arttıracak bir mekanizma olduğunu söylemek yanlış olmaz, keza yukarıdaki çalışmaların bazıları da bu noktaya atıf yapmışlardır.[2][3] Hayatta kalmayı sürdürecek genlerin insan gibi karmaşık bir canlıda bir sonraki nesile aktarılmasının ne kadar zor bir olay olduğu görülürse, aşkın da o denli önemli olduğu anlaşılabilir. İnsan beyninin karmaşıklığının diğer canlılar söz konusu olduğunda olağanüstü seviyede olması bir kez daha evrimsel açıdan aşk gibi bir mekanizmanın önemine vurgu yapıyor: Karar verme, seçme ve eleme yetenekleri bu denli gelişmiş bir organizmanın kurtuluş şansını olabildiğince arttırması için âşık olması gayet yerinde bir harekettir.

 

Doğaya baktığımız zaman monogami (tek eşlilik) olayının pek yaygın olmadığını görebiliriz. İnsanları konu aldığımızda monogami kullanışlı bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Bunun başlıca sebebi, insan yavrusunun diğer hayvan yavrularına nazaran daha geç gelişmesi -bir canlı düşünün ki üreme kapasitesinin tamamen oluşması yaklaşık olarak 20 yıl alsın- dolayısıyla ebeveynlerin yavrularının hayatta kalmasını garantilemek üzere enerjilerini onun üzerinde harcamak durumunda olmalarıdır. Fisher’ın da belirttiği gibi aşk bu noktada, yavrunun hayatta kalmasını sağlayacak ebeveynler arası bağlılığı oluşturur ve türün devamına katkı sağlar.

 

Sonuç

Beni bu yazıyı yazmaya iten temel sebeplerden biri Arthur Schopenhauer ve aşk hakkındaki düşüncelerini okumamdı. Schopenhauer, döneminde aşkın yüceltilmesine, soyut ve kutsal bir durum gibi davranılmasına karşı çıkmış ve evrim teorisinin ortaya atılmasından yıllar önce aşkın üreme ihtiyacının giderilmesi için gerekli bir mekanizma olduğunu söylemişti. Bunu okuduğumda önce afallamış lakin zamanla biyoloji hakkında edindiğim bilgiler sonucunda ise kendisine hak vermiştim.

 

Yazımı noktalarken aşkın belirli beyin bölgelerini harekete geçiren ve tür olarak devamlılığımızı sağlayan bir mekanizma/sistem olduğunu yeniden belirtmek istiyorum. Bu tanım aşkın tüm o heyecanını ve güzelliğini alıp götürüyor gibi gözükebilir fakat onun biyolojik terimlerle açıklanması muhteşem bir fenomen olduğu gerçeğini değiştirmez. O yüzden âşık olmaya, aşkı yaşamaya devam edelim, çünkü o bizim hayatta kalmamızı sağlayan biricik olaydır.

 


 

Referanslar:

  1. Bartels, A., and Zeki, S. (2000). The neural basis of romantic love. NeuroReport. 11(17), 3829-3834.
  2. Bartels, A., and Zeki, S. (2004). The neural correlates of maternal and romantic love. NeuroImage. 21(3), 1155-1166.
  3. Wang, Z., and Young, L. J. (2004). The neurobiology of pair bonding. Nat. Neurosci. 7(10), 1048-1054.
  4. Aron, A., Brown, L. L., and Fisher, H.E. (2006). Romantic love: a mammalian brain system for mate choice. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 361(1476), 2173-2186.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir