Kapitalizmin Doğuşu (2)

İki parçalık yazı serisinin ilk parçasına buradan ulaşabilirsiniz.

 


 

Hükümdarlara yeni bir yönetim ahlakı oluşturmak için çıkılan yolda, “çıkarlar” ile tutkuların çatışmasına, ülkelerin ve yöneticilerin “çıkarları” tekelinden kurtulup, bireylerin “çıkarlarını” tartışır duruma geldik. “Servet yaratma” en güçlü ve dayanıklı “çıkar” olarak düşünülmeye başlanması ile kapitalizmin nasıl tutkulu yönetim tarzına akılcı bir alternatif yönetim olduğunu anlamaya başladık.

 

Fakat bu yönetim tarzının düşünceleri neydi?

 

Nasıl bu düşünceler bir araya geldi?

 

Hirschman kitabında beş önemli düşünürleri merceğine aldı. Bunlar Fransa’da Montesquieu ve fizyokratlar (yakın bakış açılarından dolayı tek çatı isimde inceledi); İskoçya’da James Steuart, John Millar ve -son olarak- Adam Smith.

 

Bu isimler sizlere tanıdık gelip gelmeyebilir. Önemli değil. Önemli olan düşünceleri ile nasıl bir bütün oluşturdukları. Ben bu yazıda akışı etkilemediğinden sadece fizyokratlara ayrılan bölümü aktarmayacağım.

 

Ticaret mi, Keyif mi? Montesquieu-Steuart Bakış Açısı

Siyasi iktisatta ticaretin yeri tartışılmıştır. Biz bu tartışmaya Montesquieu ile başlıyoruz.

 

Montesquieu ticareti yapılabilecek en masum meslek olarak görürken gözlemlediği önemli bir özelliği ise getirdiği kurumlardır. Bu kurumlardan basitçe bahsedilecekler poliçe ve dövizdir.

 

Poliçe ile yerleşik servetten (örneğin arazi, ev) hareketli servete (örneğin borç senedi) geçiş yaşandı. Bu geçiş sayesinde tüccarların yağmalanabilecek bir serveti bulunmaması hükûmetler açısından borçlu oldukları tüccar kesimini basit bir şekilde ülkeden sürgün etmek veya servetini çalmak gibi etkinliklerin sonunu getirir.

 

Diğer taraftan eskiden hükûmetler altın madenî paralarda (örneğin Osmanlı sikkesi) -daha fazla harcama yapabilmek için- yeni basılan paranın altın oranını azaltır ve daha az değerli bir madde (örneğin bakır) eklerdi. Fakat yıllarca yapılan ticaret, sarraflara (döviz alım satımı yapan kişiler) paranın gerçek değerini ölçmek konusunda yeterince ehli olmalarını sağladı, böylece hükûmetler piyasayı eskisi kadar kolay kandıramadıkları için yapabilecekleri harcamalar daha az esnek hâle geldi.

 

Kısaca, bu kurumlar oluşturdukları organik -çünkü ticaret sonucu doğal olarak oluşurlar- önlemler sayesinde hükûmetlerin keyfî politikaları yürürlüğe geçirmesini zorlaştırmaya başlarlar. Böylece, ticaret hem hükümdarların tehlikeli tutkularını bastırmalarını zorunlu hâle getirir, hem de daha fazla ticaretin yolunu açar.[1]

 

O zaman sorarız ki zaten akıllı bir hükümdar ülkesinde ticaretin gelişmesini önlemez mi?

 

Tam bu noktada devreye giriyor James Steuart. Steuart, hükümdarların ticareti önleme gibi bir hevesleri olamayacağını düşünüyor, sebebi ise basit: Hevesleri ticaret yapmaktan geçer.

 

Bir döngü hayal edin. Hükümdar, tehlikeli olarak belirlediğimiz tutkularını daha iyi idame ettirmek için gücünü arttırmak istiyor, bunun yolu -Adam Smith’in dediği gibi- servetini arttırmaktan geçiyor. Servetini arttırmak için örneğin doğal kaynakları sömürmesi ve/veya kendi halkını vergilendirmesi lazım. Doğal kaynaklar (altın, gümüş, toprak gibi) varsa, bunları tutkusu olan eşyaları almaya kullanmak için; kendi halkını vergilendirecekse, halkın vergilendirilebilir bir geliri olması için, ticaret şart.

 

Ticaret şart olduğunda, hükümdar bunu önleyeceğine, aksine pekâlâ teşvik eder. Böylece ticaret kültürü gelişir, yukarıda bahsettiğimiz kurumlar kök salar ve ekonomi gitgide karmaşık hâle gelir. Uzun vadede, karmaşık hâle gelen ekonomi hükümdarın keyfî politika yapmasına müdahale eder, çünkü karmaşık ekonomi düzenli bir yönetim tarzı olmadan idare veya müdahale edilemez.

 

Hâl bu olunca, kendi “çıkarları” için ticaret yaratan hükümdarlar, gelişen ticaret sonucu meydana gelen karmaşık ekonomi karşısında tutkularına yerli yersiz kapılamazlar. Steuart bu neticeye bir analoji yapar: Ticareti gelişmemiş bir ülke ekonomisi hükümdarının gücü, taş kırabilecek bir -bizim deyişimiz ile- “gusbo” gibi ise, gelişmiş bir ülke ekonomisi hükümdarının gücü ince işçilik ile yaratılmış bir saatin onarımını yapan saatçidir; saatin işlemesini sağlamak dışında bir görevi yoktur.[2]

 

Montesquieu ve Steuart böylece âdeta birbirlerini tamamlarlar. İkisi de ticaretin ve ekonomik büyümenin özünde hükûmet ve hükümdara doğal kısıtlamalar getireceğini düşündüler. Biri ticaretin geliştireceği kurumların etkisini ön plana alırken, diğeri gelişen ekonominin karmaşıklığının zaten hükmetmeyi daha sistematik bir hâle getireceğini öngördü.

 

Ya Tutmazsa? John Millar’ın Tepki Gücü

Ticaret istediği kadar önlem alsın, ya yeterli olmazsa? Ne kurumlar ne de “saat” gibi ekonomi hükûmete yeterince caydırıcı gözükmez ise? Bu durumda daha ayrıntılı bir düşünce tarzı, daha elle tutulur bir engel lazımdır.

 

Bu düşüncede fark edilen sızıntıyı John Millar kapatmaya çalışır. Millar, ticaretin caydırıcı niteliğine değil, nüfusu yoğunlaştırma etkisine odaklanır.

 

Hükûmetlerin ve hükümdarların yönetimi elinde tutmasını sağlayan belli bir meşruluğu vardır. Demokraside bu meşruluk seçimlerdir ve kaynağı millettir, seçimi kazanarak gelen hükûmet halkın onayını aldığından meşrudur. Demokrasilerde bu böyleyken, saltanatlar bu meşruluğu hanedanlık gibi sebeplerde bulurlar. Millar’ın düşüncesini açıklamak için, saltanat tarzı gücü tek veya az sayıda kişide toplayan yönetimleri ele alıp, öncelikle ticaretin gelişmediğini varsayalım: Öyle bir zamanda vatandaşların dağınık, ülkenin dört bir köşesinde yaşaması, örneğin -padişahın tutkularından türeyen- keyfî fermanlara karşı toplumsal bir tepki organize edememelerine yol açar. Gösterseler bile, kısa zamanda hükümdar tarafından bastırılması ile bir sonuca varamaz.

 

Ticaretin gelişmesi ile servet yaratma imkânlarının artması, vatandaşların hem kolaylık hem de istihdam için belli noktalarda (örneğin limanlar) yoğunlaşmasının yolunu açar. Zamanla bu yoğunlaşma katlanarak çoğalır ve sonuç olarak -günümüzde de gözlemleyebiliriz- nüfusun yoğun olduğu mekânlar (şehirler) ortaya çıkar.

 

Bu mekânlara sahip ülkelerin vatandaşları, yönetimlerinin -ister saltanat olsun ister demokrasi- olası bir durumda aldıkları keyfî kararlara karşı, ivedilikle ve yüksek rakamlarda organize olabilecek bir işçi sınıfına sahip olur. Kısa zamanda hükümdar tepkilere yeterli cevabı veremez, bir bölgedeki tepkiyi bastırsa bile bir diğer bölgedeki tepkilere yetişemez.[3]

 

Sonuç olarak, ticaretin vatandaşlar arasındaki bağı güçlendirmesi ve bir noktada yoğunlaştırması, hükümdarın -önceki argümanlardan yola çıkarak- keyfî kararlardan caymaması durumunda, somut bir tepki gücü olan bir kitle oluşumu sağlar.

 

Bu noktada Montesquieu ve Steuart’ın ticaretin “caydırıcı” gücü düşünceleri ile Millar’ın “yoğunlaştırma” gücü düşünceleri birbirini tamamlayıcı bir düşünce bütünü oluşturur.

 

Adam Smith ve Gündem Değişikliği

İncelenecek son düşünür doğal olarak Adam Smith’dir. Bunun sebebi kronolojik olarak diğerlerinden sonra sahneye çıkması değil (Millar, Smith’in öğrencisiydi), sebebi düşünceleri ile günümüz kapitalizm düzenini en çok etkileyen kişilerden olmasıdır. Ayrıca diğer düşünürlerden ziyade, Adam Smith çoğunlukla iktisadi açıdan bakmış, siyasi açıyı fazlasıyla incelemeyerek şu ana kadar anlattığımız fikir silsilesine ciddi bir darbe indirmiştir.

 

Bu “darbeyi” açıklamak için Smith’in ilk önemli çalışması “Ahlaki Duygular Kuramı” kitabında vardığı hükümleri açıklamak gerekir.

 

Bu çalışmasında Smith, insanların -insanlardan kastettiğimiz bir toplumdaki en ortalama birey- hayatta kalması için gereken temel ihtiyaçlar ile yaşadığı bütün tutkuların, ister şehvet olsun ister açgözlülük, tek bir çaba ile tatmin edilebileceği sonucunu çıkarır. Bu sonuç geçen yazımızda da bahsettiğimiz “durumlarını düzeltmek” adına yapılan “servetin artması”ndan başkası değildir.[4]

 

Bunu takiben Smith, en büyük eseri olan “Milletlerin Zenginliği” kitabında tamamen bu düşüncenin mantığını tutarlı olarak açıklar. Zaten bir noktada şu sözleri sarf eder:

“İşte böyle bireylerin kişisel çıkar ve hırsları [tutkuları], …sermayelerini topluluğa en faydalı olan işlere doğru yöneltmeye götürür. Ama… o işlere haddinden fazla sermaye aktarırlarsa, kârın o işlerde düşüp bütün ötekilerinde yükselmesi, onları bu hatalı dağılım şeklini derhal değiştirip düzeltmeye yöneltir. Bu nedenle, kanunun hiçbir araya girmesi olmaksızın insanların kişisel çıkar ve hırsları [tutkuları], onların her topluluğun sermayesini orada yürütülen bütün çeşitli işler arasında, bütün topluluğun çıkarıyla imkân ölçüsünde en uzlaşacak oranda üleşip dağıtmalarına, tabii, önayak olur.” [5]

 

Gözlemlendiği gibi, şu ana kadar yaptığımız “çıkar” ve “tutku” ayrımı, Adam Smith tarafından hemen hemen eş anlamlı kelimeler olarak kullanılınca bir anda zıtlıklarını yitirmiştir. Böylece, ne ticaretin tatlı “caydırıcı” sonuçları, ne de yoğunlaşmadan doğacak “tepki gücü” gündemde kaldı, zira bastırılması gereken “tutku” kalmadı. Varılan sonuç -Smith açısından (muhtemelen) istemsizce yapılan- dilde ve literatürde bu iki anlamın birbirine kavuşması ve ikisi arasındaki polemiğin yerine artık yeni, daha hararetli bir gündem oluşmasıdır: Ortalama bireyin “servet arttırma” çabası serbest kalınca bu çaba toplumun genel refahını nasıl yükseltir?

 

Son Sözler ve Günümüz

Vardığımız bu noktada Adam Smith sayesinde Montesquieu, Steuart ve Millar’ın verdiği entelektüel çaba çürütüldü mü? Buna net bir cevap veremeyiz.

 

Fakat bu iki parçalık yazıdaki fikirler silsilesi ve düşünürlerin argümanları bugün bile konuşuluyor. Hâlen “servet yaratmanın” göreceli masumiyetinden veya ne kadar tutkusuz, soğuk bir sosyal ortama döndüğümüzden -ki zaten amaç da “tehlikeli” tutkulardan arınmaktı- bahsediyoruz.

 

Lakin net olan bir çıkarım vardır: Bahsedilen bütün olası gelişme ve etkilerin her zaman beklenmedik bir sonuç üretmesi. Hirschman kitabında aydınların düşüncelerinin bugün vardığı sonuçları bilseler hemen farklı düşünceler arayacaklarını söyler. Zira dün mühim bir soruna çözüm olarak görülen gelişmeler, bugün daha büyük bir sorunun ta kendisi olur. Genelde insanlar böyle bir durumda maziye dönmeyi hayal etmeye başlarlar.

 

Hâlbuki bana göre böyle bir durumda eskiye dönmek değil, eski sıkıntılarımızı ve onların kaynaklarını unutmadan yeni bir tartışma başlatmaktır çözümün yolu, çünkü bugüne gelmemizin en güçlü sebebi eski sorunlarımıza çözüm getirtmekti.

 

“Tarih tekerrürden ibarettir” sözünün fikirlerin tarihi kadar yakıştığı bir yer yoktur, fikirler unutulduğu sürece.

 


 

Referanslar:

Tekrarlamakta fayda var: Yazı serisindeki argümanlar Albert O. Hirschman’ın “Tutkular ve Çıkarlar” kitabından yorumlanmıştır.

[1] Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, İş Bankası Kültür Yayınları, 2017

[2] James Steuart’ın analojisini ve diğer argümanlarını Türkçe çevirisi olmayan “An Inquiry into the Principles of Political Economy” kitabında bulabilirsiniz.

[3] Aynı şekilde John Millar’ın argümanları William C. Lehmann tarafından derlenen “John Millar of Glasgow, 1735-1801” kitabında bulabilirsiniz.

[4] Smith, Adam, Ahlaki Duygular Kuramı,  Liber Plus Yayınları, 2017

[5] Smith, Adam, Milletlerin Zenginliği, Dördüncü Kitap, Bölüm VII, Kısım III, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006 (Kitapta “passions” -kelime anlamı “tutkular” olmasına rağmen- “hırslar” olarak çevrilmiştir.)

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir