İnsanın içgüdüsel olarak iletişim kurmaya, sosyalleşmeye ve etrafına ait olduğunu hissetmeye ihtiyacı vardır. İletişim kurma ihtiyacından ilham alan insan, tarih boyunca azimli bir şekilde iletişim yöntemlerini geliştirmeye çabalamıştır. Yazı, mektup, telgraf, telefon ve şimdi de internet… Ne kadar yol kat ettiğimize geri dönüp baktığımızda etkilenmemek zor.
Ancak iletişim, tahmin edebileceğiniz gibi sadece apaçık biçimlerden ibaret değildir. Günlük hayatımızda çevremizle sıkça bilincimiz olmadan, “sözsüz” temaslar kurarız. Peki, sözsüz temasların üzerimizdeki etkilerini tanımlayıp ölçebilir miyiz? Sosyal psikoloji, bu soru üzerine kurulan ve insanların birbirleriyle nasıl etkileşime girdikleri ile ilgilenen bir bilim dalıdır.
Sosyal psikolojinin felsefesine göre, bir toplumun sosyal işlevlerini kavrayabilmek için öncelikle kendi davranışlarımızı gözlemleyebilme kabiliyetimiz olması gerekir. Maalesef, çoğumuz kendi davranışlarımızı eleştirmekten kaçınırız veya gönüllü olarak kendimizi eleştirmeye çalıştığımızda ise, olağan dışı hiçbir şeyin olmadığına inanırız. Eleştiriden kaçınmak aslında normal bir savunma mekanizmasıdır; çünkü birçok davranışımız zayıf noktalarımızı, ön yargılarımızı ve bazı konularda kendimizde olan güven eksikliklerimizi yansıtır. Davranışlarımızda dikkate değer bir eğilim bulamamamız sosyal psikolojik fenomenlerin farkında olmamamızdan da kaynaklanabilir.
Hepimizin özgün kişilikleri, düşünceleri ve yetenekleri vardır. Genellikle, kendi ahlakımızla doğruyu ve yanlışı ayırt ederiz ve davranışlarımızı ahlaki ilkelere dayanarak düzenleriz. Sizce, ahlak denilen kavram içgüdüsel midir, yoksa etrafımızdan öğrenip özümsediğimiz bir düşünce tarzı mıdır?
Aslında önemli olan, bu soruya verilen cevap değil, davranışlar ahlaki ilkelerden uzaklaştığında bunu fark edebilmektir. Maalesef, günlük hayatımızda vermemiz gereken kararların çoğu birçok etkene dayandığından, farkındalığı her zaman sandığımız kadar basit bir şekilde elde edemeyiz. Özellikle toplumumuz kendi görüşlerimizden sapan bir zihniyet ile yönetildiğinde sorunlu bir durum meydana gelir, çünkü kendi görüşlerimiz ve etrafımızda kabul edilen davranışlar arasında çelişki yaşarız. Bu durumda, kendi inançlarımızı nasıl ifade edeceğimiz ile ilgili bazı kararlar vermek zorunda kalırız ve birçok zaman verdiğimiz karar ortamla uyum sağlamamızla sonuçlanır.
Az önce bahsettiğim fenomeni açıklamak için sıkça kullanılan mecazi bir senaryo, “duman dolu bir oda”dır:
Kendinizi boş bir odada yalnız bir şekilde oturduğunuzu hayal edin. Aniden odaya duman kokusu yayılsa, doğal bir tepki yangından şüphelenmektir. Hatta odanın havasını gözle görülür bir duman kaplasa, büyük bir olasılıkla odada oturur şekilde kalmayıp, binadan çıkmak için bir yol ararsınız. Şimdi bu senaryodaki odada sizinle beraber 10 kişi daha olduğunu varsayalım. Odayı yine duman kaplamış, fakat duman etrafınızdaki kimsenin umurunda değilmiş gibi gözüküyor. Kimse ne şaşkınlık ifade ediyor, ne de dumanın kaynağını sorguluyor. Yine aynı tepkiyi verir miydiniz?
Bu senaryo 1968 yılında, Bibb Latane ve John M. Darley tarafından Princeton Üniversitesinde bir deney olarak kullanılmıştı. Deneyin sonucu: Odada yalnız bir şekilde oturan katılımcıların dörtte üçü, dumanı fark eder etmez binadaki görevlilere sorunu bildirdiler. Bunun yanı sıra, odada başkaları varken ve etraftaki gruptan başka kimse endişe ifade etmediğinde dumana karşı tepki gösteren katılımcıların oranı %10’du. Bu demektir ki, duman rahat nefes alınamayacak kadar kötü olduğu hâlde başka kimsenin umurunda olmayınca, katılımcıların büyük bir çoğunluğu kendilerini dumanın ciddi bir sorun olmadığına ikna etti ve bir süre sonra dumanı görmezden gelmeye başladı. Gerçek bir yangın olma ihtimalinde bu durumun ne kadar trajik bir sonuca el verebileceğini siz tahmin edin…
Duman dolu oda analojisi, insanın ne kadar kolay ve doğal bir şekilde uyum sağlamaya yatkın olduğunun göstergesidir ve bu tür uyumluluğa “pasif seyircilik” denir. Uyumluluk, kural ve kanun gibi kurguların yetkili olmalarını sağlar, fakat sorgusuz bir şekilde uyumlu olmak, bir toplumun kötü alışkanlıklarının nesilden nesile aktarılmasına neden olur.
Örneğin, toplumun sorunlu yönleri hakkında birlikte sohbet ettiğim bazı kişilerin ilk tepkisi devleti suçlamaktır: “Devlet vatandaşlarına değer verseydi, etrafta çöp olmaz, trafik kazaları azalır ve insanlar kurallara uyardı!” Evet, bir toplumun düzgün yönetilmesinde devletin büyük bir rolü vardır, fakat bireysel ölçüde gözlemlediğimiz uygunsuz davranışlar için otoriteyi suçlamak o davranışlara göz yummakla aynı şeyi ifade eder. Toplumda reform itaat ile değil, vatandaşların doğru ilkeleri içselleştirmesi ile yaratılır.
Ünlü psikolog Albert Bandura’nın tanımladığı “sosyal öğrenme kuramı”na göre, doğruyu ve yanlışı kurallarla değil gözlemlemekle öğreniriz. Birinin yere çöp atıp kimsenin tepki göstermemesine tanık olan bir çocuk, o davranışın normal olduğunu algılar. Fakat, eğer biri yere çöp atacağı sırada etrafındaki diğer kişilerin buna karşı çıktığını görürse, çöp atmanın kabul edilmediğini ve başkaları tarafından kınanma riskine gireceğini anlar. Toplum tarafından belirgin bir şekilde reddedilen bir davranışın tekrarlanma olasılığı çok düşüktür, çünkü toplum tarafından dışlanmak göze alınamayacak kadar büyük bir cezadır.
Daha önce de bahsettiğim gibi, bir toplumun sosyal işlevlerini kavrayabilmek için kendi davranışlarımızı gözlemleyip analiz edebilmemiz gerektir… Fakat şimdi biliyorsunuz ki, seyircilikle yetinmeyip toplumun sosyal işlevlerini yargılama hakkına sahip olmak istiyorsak, sadece kendi davranışlarımızdan sorumlu olmak yetersizdir. Ne de olsa en önemlisi ahlakın nasıl ve nereden edinildiği değil, toplum olarak davranışlarımızın ahlaki ilkelerimizi dürüst bir şekilde yansıtabilmesidir.
Fotoğraf için tıklayınız.