“…Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynar iken eski hamam içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Bir varmış bir yokmuş…”
Çoğumuz, en az bir kere böyle bir tekerlemeyle başlayan bir masal dinlemişizdir çocukluğumuzda. Genellikle de, bizi başka dünyalara götürüp hayallerimizi zorlayan, olağanüstü ögeleri vardır bu tarz masalların. Devler, cüceler, cadılar, krallar ve padişahın kızına âşık olan fakir oğlan gibi çok farklı karakterlerle ilerler bu hikâyeler.
Niyetim size bir masal anlatmak değil elbette. Ancak gelin biraz masalları, hikâyeleri inceleyelim bugün.
Genelde bu gibi şeylerin çocukluğumuzda kaldığını düşünürüz değil mi? Ama aslında masallar, hikâyeler hep peşimizden gelip, hayatımızın merkezinde var olmaya devam ediyorlar. Maalesef, yaşamın hızı ile yapılacak şeylere yetişme telaşı içerisinde geçen günlerin arasında her zaman hikâyelerin sesine kulak vermek, onları fark etmek kolay olmuyor.
Yaş ilerledikçe, küçük çocuklar büyüdükçe maalesef hikâyelerin sihri kayboluyor. “Bana hikâye anlatma”, “pee işin gücün hikâye be gardaş” gibi söylemlerin altında hikâyeleri küçümseyen bir anlayış yatıyor. Bunun gibi toplumsal davranışların sonucunda maalesef ortaya hayal gücü az olan, mevcut kalıpların dışına çıkmakta zorlanan ve içindeki çocuğu öldürmüş yetişkinler çıkıyor.
Oysaki, her geçen gün değişen dünya koşulları, şartları ile daha iyi rekabet edebilmek için hikâyelere ihtiyacımız var. Örneğin, üniversitedeki pazarlama derslerinde anlatılan bir çok teknik, kavram ve mesele vardır. Ancak onların içinden öne çıkan en önemli unsur, markanızın bir hikâyesi olması gerektiğidir. Eğer markanızın özgün bir şekilde anlattığı bir fikri, bir mesajı varsa ancak o zaman öne çıkıyor, farklılaşıyor ve doğal olarak rakipleriyle daha iyi rekabet edebiliyorsunuz. Bunun bir sebebi de günümüz insanının sürekli bir anlam arayışında olmasından kaynaklanıyor.
Peki hikâyelerin dünyayı değiştirmesi mümkün olabilir mi? Gelin bu soruya küçük bir alıntıyla yanıt arayalım. Sinan Sülün, T24’te bulunan yazısında şöyle diyor: “…Anlattığımız hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür? Üzerine tartışılacak, düşünülecek ve keşfedilecek bir sorudur bu. Fakat bizim açımızdan, bu kadim topraklarda yaşayanlar için yanıtı aşikârdır. Dengbêjlerin, âşıkların ve meddahların anlattığı hikâyelerle yeşeren insanlar olarak, bunun mümkün olduğunu belki de en çok bizler biliriz. Çünkü bu topraklarda her şey, bazen eşyanın tabiatıyla bazen elden elde ama mütemadiyen bir hikâyeye dönüşür. Gerçekler duygularla sarmalanır, kıssadan hisseleriyle, yarattığı bağlarla ve kattığı anlamlarla dilden dile aktarılır. Kimi zaman destansı Dede Korkut Hikâyeleri, kimi zaman şifa veren Bektaşî nefesleri, kimi zaman insanı düşler âlemine götüren Binbir Gece Masalları, kimi zaman da kendimizi bilmemizi sağlayan Nasreddin Hoca hikâyeleri olarak karşımıza çıkar…”
Yazar aynı yazısında şöyle devam eder: “…Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı, Mevlana’nın Mesnevi’si, Firdevsî’nin Şahnâme’si ve daha nice büyük eserin hikâyeler şeklinde anlatılması tesadüf değildir. Bu büyük hikâye anlatıcılarının bildiklerini, Story kitabının yazarı ve senaristlerin hocası olan Robert McKee şöyle ifade eder; ‘Zihnimizin dili öykü dilidir. Eğer bir kişi kendi düşüncelerini öykülerle anlatırsa, dinleyici buna direnmez, aksine anlatanı kucaklar.’. Bu insanlar bunu bildikleri için, her bilgiyi, olayı ve deneyimi duyguların içine saklayarak anlattılar…”[1]
Bu satırları okuyunca aklımda şöyle sorular canlanıyor. O hâlde benim hikâyem ne? Parçası olduğum Kıbrıslı Türk toplumunun hikâyesi nedir? Bunca yıllık birikimle oluşan kültür sayesinde bize ulaşan hikâyelerin yanına biz ne gibi hikâyeler eklemek istiyoruz? Geleceğe dair ne anlatıyoruz? Ne anlatmak istiyoruz? Yeni kuşaklara ne aktarmak istiyoruz?
Yaşadığımız her gün, her an, her saniye bu hikâye yazılıyor aslında. Her davranışımız, her seçimimiz bir taş ekliyor masala. Ancak, modern dünya bizi o kadar meşgul ediyor, o kadar yoğun tutuyor ki hikâyeleri duymaya, dinlemeye vakit kalmıyor. Oysa, hikâyeler için vakit yaratmak gerek. Vakit ayırıp, çevremizdeki insanların hikâyelerine, karakterlerine, şehrin hikâyesine ve enerjisine kulak vermek gerekiyor. Hayat hikâyemize şöyle bir dönüp bakmak ve yeni hayaller kurarak hikâyenin devamını tasarlamamız gerekiyor. Elbette, hikâyenin nasıl olacağı her zaman bizim elimizde olmayabilir. Ancak, hikâyemizin sesine kulak vermeyi denemek, en azından daha anlamlı bir hayat için bir ilk adım olabilir.
Sevgiyle kalın…
Referans:
[1] Hikayeler bizi iyileştirebilir mi? http://t24.com.tr/k24/yazi/hikayeler-bizi-iyilestirebilir-mi,1073
Fotoğraf için tıklayınız.