Afetler, Sözler, Planlar

Son yıllarda pek kurak kışlar geçiren ve su sıkıntısı yaşayan ülkemizde geçtiğimiz ay bereketli yağmurlar yağdı, bu yağmurlar suya hasret kalan doğamıza, topraklarımıza can verdi. Fakat, maalesef ki büyüklerimizin yağan her yağmurda dediği gibi “kazasız, belasız” yağmadı. Yağdığı gibi ortalığı dağıttı, deyim yerindeyse taş üstünde taş bırakmadı, sayısız evde ve araçta hasara yol açtı ve en üzücü olanı 4 can birden aldı. Kuraklıktan kavrulurken yağmur için yalvaran bizler, yağmuru gördüğümüzde bu sefer “aman bir şey olmaz inşallah” diye durması için dua ediyoruz.

 

Bu felaketten sonra yaklaşık 3 hafta geçti. Yavaşça yaralar sarılmaya, normal hayata dönmeye devam ediliyor. Yerel düzeyde belediyeler doğanın gazabını acı şekilde tadarken, devletimizin üst düzey yetkili organları yaşanan bu olayı üzücü bulmakla yetindi. Bilindik nutuklar atıldı, hani o her doğal afet ve felaket sonrası atılanlardan. Dostlar alışverişte görsünler diye bir iki adet göstermelik yerde çalışmalar yapıldı.

 

Şunu söylemek gerekir ki, kriz yönetimimiz gerçekten sınıfta kaldı. En küçükten en büyüğe selden etkilenen yönetimlerimiz derslerine önceden iyi çalışmadılar, bu sınavda da çalışmayan öğrenci misali Allah artık ne verdiyse ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, ne var ki doğal afet mazeret dinlemiyor. Bu gibi felaketleri öngörmek ve hazırlanmak işin yarısından da fazlasıdır. Hasarın bu denli büyük olması tamamen bizim plansızlığımızın eseridir, her alanda.

 

Yaşadığımız doğal afetin bu denli büyük olmasının tek sebebi insanlarımızın doğaya ölçüsüzce, hoyratça müdahale etmesidir. Olduğunu zannettiğimiz, düzgün yapıldığını zannettiğimiz altyapının aslında “hiç olmaması”dır. Doğa ile çıkarlarımız uğruna çok ters düştük, gücünü çok göz ardı ettik, bize nasıl cevap vereceğini tahmin edemedik. Lapta’da, Dikmen’de yaşadıklarımızın yanında artık her yağmurda geleneksel hâle gelen bilmem kaçıncı “Girne sel şenlikleri”ni yurdumuzun çeşitli yerlerinde görmeye devam edeceğiz.

 

Beton, beton, daha fazla beton, apartman, rezidans, villa, yol, gelsin rantlar paralar diye diye, ne suya yer bıraktık ne doğal yaşama ne de bir parça yeşilliğe (ki bu yeşiliğin sakin durduğuna bakmayın, sel olacağında çok yardımı dokunur size). “Sadece biz oluruz burada, yeteriz birbirimize.” dedik, gördük tersimizden onu da. Kriz masası ve devletin kurumları (ve tabii askere bağlı kurumların) her zaman hazır ve tetikte olmalıdır. Anında ve efektif bir şekilde sıkıntılara yanıt verebilmeli, verimli bir organizasyona sahip olmalıdır, tabii son dakikacıyız ya, işimiz “boru”.

 

Yüzlerce evi su bastı, araçlar sürüklendi, yollar söküldü, duvarlar yıkıldı, her yer pislik çamur yuvasına döndü. Paralel evrende sorumlular suçlarını kabul etti, beceriksiz yöneticilerin istifaları arka arkaya geldi. Bizim evrende bir kişi bile çıkmadı yahu bizim de hatamız var diyen! Herkes topu başkasına atmakla meşgul, halk yöneticilere, yöneticiler eskilere, eskiler yenilere, kısır döngünün en âlâsı.

 

Sorumlu kim? Dere yataklarını kapatan, suyun önünü kesen, evleri inşa eden müteahhitler mi, o evleri inşa etmek için proje hazırlayan şirketler mi, biraz para kazanmak uğruna yerlerini böylesine betonlaştırma hareketine teslim eden mal sahipleri mi? Alan mı satan mı, yeterli önlemi almayan belediyeler mi, yoksa bunca zaman hiçbir önlem almayıp, planını uygulatmayıp, denetim yapmayıp sadece kasasını doldurmaya bakan devlet mi yoksa bütün bunlara seyirci kalan, birlik olup sesini yeterince çıkaramayan halk mı? “Hade” bir şık daha, hepsi! E şimdi azıcık ondan azıcık bundan suçluyu bulduk, saldırın!

 

İklim değişiyor, çevre değişiyor. Kıbrıs (bütün olarak) aynı yerinde sayıyor. Önlem, önceden hazırlık, plan program hiçbir şey yok. Hiç aklımıza gelmiyor ne kadar hazırlıksız olduğumuz. İcraat yaparken aklımızda hiçbir “acaba” olmuyor, hesaplamadığımız, daha doğrusu hesaplamaktan çekindiğimiz, üşenip yapmadığımız şeyler bir gün gelip bizi buluyor. Hâlbuki eskilerin deyişi vardır, su akar yolunu bulur diye. Hiç mi duymadınız? Geçmişte böyle felaketler yaşamadık mı? Yaşadık. Fıtratımızda var, fıtratımızda. Mesela hemen aklıma gelen, 1949 yılında Stroncolo’da bir otobüs dolusu insan sel sularına kapılıp ölmedi mi? Belki araştırsak daha da çıkar da görürüz bir arpa yolu gidemediğimizi.

 

Ciklos’taki o felaketten sonra aklımıza geldi orada kısılan o dere yatağını açmak, suyun geçmesine izin vermek. Aşağıda dere yataklarının içine ev yapıp suyu yer altında büzlerle geçirmek, kaldırım yol yapma pahasına su arklarını doldurmak, evin bahçesini biraz genişletmek adına dere içine duvar çekmek bize pahalıya mal oldu. Ekonomimizin lokomotifleri olan otellerin vurdumduymazlığı yine kendilerini vurdu. Ne bekliyorlardı ki olsun da su basınca herkeste bir şaşkınlık oldu?

 

21. yüzyılda bizim gibi gelişmiş bir ülkenin -yazarken bile komik oldu- durun vazgeçtim, dıştan yardım olmasa zar zor ayakta durabilen kendini Mercedes alınca gelişmiş zanneden bir üçüncü dünya ülkesinin, bu tür altyapı sorunlarıyla uğraşması, zarar görmesi olağan bir şey. Gelişme yapıyla, mal ile değil; vizyonla, insan hayatına verilen önemle olur. Bizim yapmamız gereken bu durumu kabullenip, artık laf değil, zararın neresinden dönersek kârdır pozisyonuna geçip, bir sonraki yağmuru ve mevsimi beklemeden acilen önlem almak, kısa ve uzun vadeli planlar, programlar hazırlamaktır.

 

Yine maalesef ki unutacağız bunları. Hatalarımızdan ders çıkaracağımızı, vizyonumuzu değiştireceğimizi hiç sanmıyorum, aynı filmi kaç defa göreceğiz değil mi ama? Gazeteler iki gün yazar, üçüncü gün hemen manşet değişir, olan olduğuyla, yapan yaptığıyla kalır. Her şey unutulur, sözler, acılar; ta ki bir sonraki felakete kadar. Fazla yadırgamamak lazım elbette, ateş düştüğü yeri yakar. Aynı şeyleri kaç defa dinleyeceğiz, başa sar izle.

 

Bu ölümleri direkt olarak emirname siyasetine bağlamak ne kadar insafsızsa, aksini iddia etmek ve yaşananları bunun dışında tutmak bir o kadar vurdumduymazlıktır. Sonuçta bu üzücü ölümler imar planı vesaire eksikliği yüzünden kurban olmadı, fakat hesap bilmezliğimiz, en iyisini ben bilirimciliğimiz, yaptığımıza yeteri kadar özen göstermeyişimiz, doğru düzgün yapamayışımız ve buna bağlı olarak kadercilik takıntımız sebep oldu. Evet, bu gibi felaketlerin tekrarlanmaması için, ülkemizin ve şehirlerimizin sürdürülebilir düzeylerde kalkınma sağlaması için acil imar planı çıkmalı, sadece Mağusa ve Girne için değil elbette; Lefke’den tutun da Dipkarpaz’a kadar. İnsani biçimde, doğaya ve dokuya saygılı.

 

Sağlıklı bir planlama sadece devlette görevli birkaç bilirkişinin “biz yaptık oldu” demesiyle değil, toplumun bütün kesimlerini dâhil ederek: Mimarlarla, mühendislerle, müteahhitlerle, akademisyenlerle ve en önemlisi de yerel halkla birlikte çalışarak onların da mutlaka görüşlerinin alınması, katkı koyması, her aşamada bilgilendirilmesi gerekmektedir. İmar planı için emirnamenin çıkması olması gerekendi, fakat çıkma biçimi yanlıştı. “Biz yaptık olduculuk” ile bir yere varılamaz olduğunu umarım anladık. Emirnameye her kesimden tepkiler geldi. Bundan sonra zaten iş işten geçtiğine göre, aynı uzatmaların ve teranelerin tekrardan dönmemesi için her kesimden insanlar imar planının evvelden çıkması için çalışmalıdır.

 

Bitirirken unutmayalım ki Kıbrıs’ta doğal afet olarak sadece su baskınları yaşamadı tarihte, çok daha ürkütücü ve yıkıcı olabilecek, deprem gerçeği de var. Allah korusun, hiç de hazırlıklı olduğumuz bir konu değil, şiddetli bir büyüklükte olursa ne kadar kaybımız olur, ne kadar kaos yaşarız tahmin etmek bile istemiyorum. Plan, hesap, kalite, işçilik -ki bunlar uğraşmayı sevmediğimiz şeyler- bizi bizden kurtaracak olanlardır.

 

Öyle ya da böyle çevre gündemi yoğun bir aydı. Eğer kendimizi şanslı sayar, aynen şu an olduğumuz gibi lümpence, “bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı” yaşadığımız müddetçe durumumuz daha da kötüye gidecek. Çevre statüko mtatüko dinlemez, hele bizim gibi toplumsal travmalara açık bir toplumda bu tür doğal afetler maddi ve manevi büyük zararlara yol açar. Böyle davrandığımız müddetçe sadece yapan değil, yapılmasına izin veren her türlü makam kişi veya topluluk da olabilir, bir dahaki sefere sizi de bulması içten bile değil.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir