Karıştırıyoruz

Siyaseti karıştırıyoruz. Yalancılıkla karıştırıyoruz. Siyaset yalan söyleme sanatı değildir, karar üretme sanatıdır. Demokrasi sadece bir oy vermek veya vermemek; hükmetmek sadece bir sonraki seçimi düşünmek değildir. Yalan söylemek, tutarsız konuşmak, ikiyüzlülük gibi özellikler bugün neredeyse siyaset yapacak kişide aranan liyakat olmuştur. Nasıl ki en taze ve lezzetli meyve zamanla çürür, siyaset de ne kadar temiz ve şeffaf başlasa dahi yozlaşır.

 

Ancak siyasetin normal hâli yozlaşmış olan değildir. Bunun aksi siyasetin ve demokrasinin tanımına terstir. Yozlaşmış bir siyaset, kendi çıkarlarını gözeten insanlardan oluşacağından dolayı, halkın iradesini temsil edecek bir hükûmet kuramaz. Halkın iradesini temsil edemeyecek kamusal bir oluşum, demokratik değildir. Demokratik olmayan bir şey, eğer ki demokraside yaşadığımızı iddia ediyorsak, meşru da değildir.

 

Böyle bir meşruluk yoksunluğunda yapılması gereken bellidir. Tazeliğini yitiren meyve yenmez ise, temizliğini yitiren siyasete de katlanılmamalıdır. Böylece “çürük” siyasete isyan edilir, ta ki yerini temizi alana kadar. Basit görünen bu işlem neden her zaman gerçekleşmez? Çünkü siyaset kendini savunabilir, bu gücünü halktan alır. Zira siyasetin oluşturacağı hükûmetin halka verebileceği hasar inkâr edilemez.

 

Siyaset, verdiğiniz oyda, yaptığınız sohbette bitmez. Siyaset tıpkı meslek kadar hayatın bir parçasıdır.

 

 

İtibarı karıştırıyoruz. Gösterişle karıştırıyoruz. Antik Roma’da itibar bir kişinin sergilediği görkemde değil, Machiavelli’nin “virtù” olarak tanımladığı erdem olarak çevirebileceğimiz kavramda saklıdır. Buna göre, bir kişinin itibarı gösterebildiği erdeme bağlıdır, çünkü bireyde aranan en değerli özellik erdemdir. Zaten o erdemli kişi başarıyı yakaladığından erdemini sergileyebilir. Böylece, doğal olarak itibar kazanır. Sürülen arabanın markası, konaklanan evin cazibesi veya kuşanan kıyafetlerin kumaşı, kısaca gösteriş, bir itibar yaratmaz. Bunların tüketimi veya sergilenmesi yanlıştır demeye gelmiyor dediğim. Demek istediğim, tüketmenizdeki amaca göre sadece fazladan masraftır, ki bu masraf duruma göre itibarınızı bile zedeleyebilir.

 

Evdeki hesabın çarşıya uyması, sadece tasarruflu yaşamaktan bahsetmez. İtibar yaratma niyeti ile alınan ürün, eğer hanenin gelirini aşar seviyede ise, borçlanma yaşanır. Yatırım için yapılan borçlanmaların aksine, tüketim için yapılan borçlanmaların dönütü yoktur. Yatırım ileride olası bir gelir elde etmek için yapılır, elde edilen gelir ile borçlanma kapatılır. Tüketim ile alınan borç ise bir gelir getirmez, dolayısıyla borç kendini ödemez.

 

Borç vermenin doğasını düşündüğümüzde, borç verirken aranılan özellik geri ödeyebilme itibarı değil midir?

 

Şimdi soru burada can alıyor: Kendini ödemeyen borç mu daha itibarlıdır, kendini ödeyen borç mu?

 

 

Vergileri karıştırıyoruz. Hırsızlıkla karıştırıyoruz. Vergiler hükûmetin halkından çaldığı değildir. Vergiler halkın hükûmete gönüllü olarak verdiği bir ücrettir. Gönüllü, çünkü o devletin bir vatandaşı olarak hükûmetin meşruluğunu kabul ediyoruz. Ücret, çünkü bu devletin halkına verdiği hizmetleri tüketiyoruz.

 

Bu vergilerin günün sonunda, öyle ya da böyle, ancak ve ancak, halkı zenginleştirecek şekilde geri dönmesi gereklidir. Hükûmetin vergi toplaması veya toplamaması değil, nasıl harcadığı önemlidir. Halkın denetlemesi ve lazımsa katlanmaması gereken nokta budur.

 

Diyeceksiniz ki hükûmetin bazı kesimlerden vergi toplamaya gücü yetmiyorsa, o zaman adil olan benden de almaması değil midir? Pekâlâ haklısınız ve bu gözlemi destekleyecek rakamlar mevcuttur. Fakat düşünelim: Daha çok yanlış olan bu kesimlerin vermediği vergi mi, yoksa üzümün üzüme bakarak kararması mı?

 

Neden vergiler bu kadar önemli? Çünkü onların sergiledikleri sadece maddi miktarları değil, temsil ettikleri irade ve sahipliktir. Vergi veren halk, vergilerinin karşıladığı her şeye doğal olarak söz sahibidir. Nasıl yön alacaklarını, nasıl bir eğilime sahip olacağına karar verebilir, verilen kararı değiştirebilir. Peki ya vergilerin harcamalara yetmediği durumlar? Hükûmetin devlet adına yaptığı borçlanmalar? O zaman hangi harcamanın nereye yön alacağına halkın karar vermesi doğal bir durum, beğenmediği harcamaya isyan etmesi hak mıdır?

 

Vergiler cebinizden çıkana kadar değil, tekrar girene kadar sizin sorumluluğunuzdur.

 

Hâl bu olunca, yozlaşmış bir siyaset meşru olmayan bir hükûmet doğurur; itibarı gösteriş bilen olmayan servetini savurur; vergiyi hırsızlık bilen kendi ülkesinde iradesiz kalır. Bunca karışıklık içinde, meşru olmayan hükûmete vergi vermemek iradesizlik mi yoksa erdem mi? Biraz akıl karışıyor.

 

Sanırım yanılıyorum, asıl ben karıştırıyorum. Kitaplarda okuduğum, tarihte gördüğüm bizde olmuyor diye maraz ediyorum. Her şeyi olması gerektiği gibi görmek istiyorum, olduğu gibi görmeyi reddediyorum. Biliyorum çünkü, karıştırmadığımız bir nokta var. Bulunduğumuz durumu zıttı ile karıştırmıyoruz. Çözümsüzlüğü bir çözüm ile, KKTC’yi ise normal bir devlet diye karıştırmıyoruz. Belki insanların vergileri, siyaseti, itibarı gerçekten karıştırdığından değil, olduğu hâli ile kabullendiğinden yanılıyorum ben.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir