Koşmadan yaşamak mümkün olabilir mi diye düşünüyorum bazen, yaşamın temposuna yürüyerek yetişmenin olasılıklarını tartıyorum kafamda. Koşmak istemediğimden ya da buna gücüm yetmediğinden değil, koşuşturma eyleminin içinde barındırdığı yoğunluğun ve belirsizliğin hedef alınan yönü nasıl etkileyebileceğini merak ettiğimden.
Ne denli zamanla akabilmeyi başardığımı ve düşüncelerimin son kullanma tarihlerini bilmiyorum. Geçmiş ile gelecek arasındaki köprüdeki konumumdan da tam anlamıyla emin değilim. Ama kim emin ki? Ya emin olmak yerine sadece koşmamız gerekiyorsa? Peki hangi yöne, ne tarafa? Birden fazla rota olduğunu kim söyledi? Bu, kendini yolda belli eden bir şey mi? Eğer öyleyse, yola çıkmadan, koşmaya başlamadan alınan, alındığı sanılan kararlar anlamsız ve geçersiz mi kalıyor?
Ben toplamaya çalıştıkça daha fazla dağılan düşüncelerim içinden çıkılamayacak bir kara deliğe dönüşmeden bir manevra yapma kararı alıyorum. Kendimi etrafımdakilerden soyutlayarak, sanki onlardan biri değilmişim gibi bakış açımı değiştiriyorum. Ben ben değilmişim, onlar da doğanın laboratuvarındaki deneyin parçalarıymışlar edası içinde gözlemlemeye başlıyorum. Gözlemliyorum, duruyorum.
Sabahın ilk ışıkları…
Her tarafta koşuşturan insanlar.
Gecenin karanlığı…
Hep koşuyor bu insanlar.
Neden koşuyorlar ki bıkmadan, durmadan?
Bıksalar da duramadıklarından mı acaba?
İşte bir soru daha…
Birine mi, bir şeye mi yoksa birinin, bir şeyin peşinden mi koşuyorlar?
Ve bir tane daha…
Ne yaptıklarından, yaptıklarını neden yaptıklarından oldukça eminken ve hayatlarının kontrolünün tamamen ellerinde olduğu düşüncesine sıkı sıkıya bağlıyken, ne kadar koşarsalar koşsunlar aslında hep aynı yerde kalacakları hiç akıllarına geliyor mu?
Her şey değişirken aynı anda hiçbir şeyin de değişmiyor oluşuna rağmen hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin yapılması gereksinimi kabullenebiliniyor mu? Hayatımız “Kırmızı Kraliçe Etkisi” seyrinde mi ilerliyor aslında? Ne kadar ilerlesek de hep “aynı ağacın altında” mı kalıyoruz? Bizi çevreleyenler bizimle hareket ettiği takdirde…
“Sakin ve huzurlu bir yaşam sürmek varken hayatta koşmam!” diyenlerin hayatta kalabileceklerinden şüpheleniyorum. Huzurun durgunluktan daha çok sürat ile ilintili olduğunu düşünüyorum çünkü. Bu hareketliliğe yetişemeyenlerin ise “sadece koşmalarını”, zamanla ilişkilerinin eksik yanlarını var oldukları “an”ı materyalizmin gösterişiyle kaplayarak, diğerlerine kanıtlama çabasına girmelerini bir hayli hüzün verici buluyorum. İnsan zihninin ve buna ilişkin eylemlerin geçmiş ile gelecek arasındaki geçişte yol gösterici olması, insan vücudunun ve maddesel uzantıların ise var olduğu ara zamandan başka bir zamana bağlanamayacak oluşu çoğumuzu bugüne körü körüne tutunmaktan vazgeçirmiyor, rahatça görebiliyorum. Farkında olmadan iki uç kutuplardaki kavramlardan deneyimleyebileceklerimizin azaltılması ama “an”ı kaçırmamaya büyük bir özen gösterilmesi insanlığın yolunu şaşırdığı fikrini uyandırıyor. “Zamanda yolculuğun” şimdiki zamanda hapsoluşa tercih edilmemesi, edilememesi şatafatlı bir yanılma etkisi bırakıyor, acıklı bir taraf barındırıyor.
Kim bilir… Belki de bir tek bana öyle geliyordur.
“O an’” gözümüzde fazla büyütülüyor, taşınılamayacak ama bir o kadar da boş anlamlar yükleniyor bence. Yaşadığımızı zannettiğimiz “an”ın zamanda yön değiştirmeye olan yatkınlığı, zihnin bu kısa süreye kısıtlandırıldığı takdirde yaşadığımız ve yaşayacağımız anlardan nasıl çalacağını gözler önüne sermiyor mu?
Tüm bunlara kesin bir cevabım yok hatta aksine, daha fazla sorularım ve bunlar üzerine birtakım düşüncelerim var. Cevabı olmayan, olsa da (henüz?) keşfedilemeyen soruları ve zamana dair bilmeceleri düşünmekle tam anlamıyla çözebileceğimizi zannetmiyorum yine de. Bunun için zamanı yaşamak, zamanda koşmak, ama o sırada da “an”da takılı kalmamak gerekiyor.
Bir ihtimal, belki yanılıyorumdur.
Belki de tüm bu insanlar şu kısacık “an”ı yaşatırken geçmiş ile geleceği canlı tutmanın, hatıralardan hayallere doğru şimdiye yenilmeden koşmanın bir yolunu bulmuşlardır da ben göremiyorumdur. Onların hayatları eksik değil de benim kafamdakiler biraz fazladır belki de.
Umarım ben yanılıyorumdur.
Çünkü hiçbir hayat sadece an’da harcanacak kadar değersiz değil gibime geliyor.
Kırmızı Kraliçe Etkisi (Red Queen): Adını Alice Harikalar Diyarında kitabındaki karakterden alan ve biyolojik açıdan aynı zamanda evrimleşen sistemlerin birbirlerine yetişebilmeleri için sürekli gelişmeleri gerektiğini belirten bir metafor.
Fotoğraf için tıklayınız.