Biz, Kendimizi İfade Ettiğimiz Kadar Biz miyiz?

Ufak tefek, tek başına duran harflerden oluşan kelimeler.

 

Ardı ardına dizilen kelimelerden ortaya çıkan türlü cümleler, upuzun paragraflar, diyaloglar, çokça sayfalar.

 

Ve kendini ifade etmeyen insanlar.

 

Hayatlarını sesleri kısık yaşamaya mahkûm edilmişcesine ifadesiz, tepkisiz kalan (ya da en azından öyle görünen) insanlar.

 

Konuştukça söyledikleri azalanlar, konuşmadıkça yok olanlar…

 

Kafamı çevirdiğim hemen hemen her yönde büyük bir gürültünün kopmasına şahit oluyorum. Hayır, hayır, kendi kafamın içindekilerden bahsetmiyorum! Birbirine karışan, karıştıkça da anlamını yitiren sesler işitiyorum. Kendimi insanların konuşma değil de susma kabiliyetlerini gözden geçirirken buluyorum yine. Kulağıma çarpan ses dalgalarının içeriklerine indiğimde, bazılarının sadece sessizliği bozmaya değmeyecek rastgele birkaç kelimeyi bir araya getirdiği hissine kapılıyorum. Bu, üzerimde tatsız bir etki yaratıyor. Dışa vurumu daha anlamlı kılma potansiyeline sahip olanların gerek çekingen, gerek ise uysal tavırlarıyla diğerleri tarafından domine edilmelerini hazmedemiyorum. Beni yanlış anlamayın, bazılarının susup bazılarının konuşması gerektiğini savunmuyorum elbette. Kendini ifade etmeyen, belki bundan çekinen ya da korkanların seslerini yitirip, kimliklerini kaybetmeye yüz tutmalarını ne kadar trajik bulduğumu ifade etmeye çalışıyorum.

 

Sıradanlaşmış bu kargaşanın içinde donuk yüzler ve silikleşen ifadelerin varlığını sezdikçe hüzne kapılıyorum. Belki sinirleniyorum biraz… Hemen sonrasında soruyorum: Fikirsizleşiyor muyuz yoksa fikirlerimize rağmen sessizleşiyor muyuz? Kişinin iç dünyasında yaşadıklarını, bulunduğu ortam, etrafındaki insanlar ve karşılaştığı olaylar üzerine duygu ve düşüncelerini içinde biriktirmesini çözemiyorum. Her ne kadar duyguların bastırılmak yerine dışa yansıtılması gerektiğini savunsam da bunu şahsen ne kadar başardığımı sorgulamaya koyuluyorum. İşte tam bu noktada kendimle de yüzleşme şansını yakalıyorum ve peş peşe sorular belirmeye başlıyor.

 

Hayatımızın kapıları ne kadar açık?

 

Kalbimizin duvarları ne kadar yüksek?

 

Etrafımızı çevrelediğimiz sınırlar ne kadar fazla?

 

Merak etmeyin, daha fazla soru sormak yerine sizi bu sorularla baş başa bırakacağım. Bu sırada ben de bir yanda içi boş gürültünün giderek çoğalması, diğer yanda ise anlatılması değil de aslında haykırılması gerekilenlerin sessizlikte kaybolması arasındaki dengeyi, eğer varsa, anlamaya çalışıyor olacağım.

 


Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir