Güneşli bir şubat sabahında, Roma Ostia plajına gitmek için yola çıktık.
Bir kaç gündür boynuma atkı, kafama bere takmadan dışarı çıkabilmenin verdiği sevinçle attığım adımlarıma sokaktaki kuş cıvıltıları eşlik ediyordu.
Ostia, Roma’ya yarım saat uzaklıkta yer alan ve upuzun sarı kumsalları olan bir sahil beldesi. Dört farklı metro kullanarak en sonunda Ostia’ya vardığımızda, içimdeki adalı çocuğun deniz kenarına gelmiş olmanın verdiği heyecanla keyiflendiğini fark ettim. O keyiflenince ben de keyiflendim elbette.
İçimdeki çocuk heyecanlanmakla kalmadı, işe koyuldu. Sanki halen 9 yaşındaymışçasına hissettiğim bir heyecanla kumdan kale yapmaya başladım. Yavaş yavaş bir şeyler ortaya çıkmaya başladıkça, yaptığım kale için bir kaç çocuktan “aa bella” tepkileri almak elbette beni daha da cesaretlendirdi.
Uzun zaman sonra yaptığım bu kumdan kale inşası, çocukluk oyunlarımı ve hayallerimi düşünmeme vesile oldu. İlk hatıralarımı yokladığım zaman aklıma üç tane oyun düşer. Bunlardan birisi kumdan şekiller ve kaleler yapmak, ikincisi ise anneannemin evindeki zeytinin altında toprağı kazıp çukur oluşturmaktır. Sonuncusu ise, bulduğum her deftere şehirler çizmek, evler, binalar tasarlamaktır.
Gel zaman git zaman, biraz daha büyüyünce oyunu geliştirip kazdığım çukura karpuz çekirdekleri atıp iki tane minik karpuz yetiştirdim. Buna paralel olarak, defterlerdeki şehirlerde şirketler oluşmaya başladı. Bunları yaparken büyüklerimizden duyduğum en mühim soru ise elbette şuydu: Büyüyünce ne olacaksın?
O yaşlardayken bir sürü hayali olur insanın. Pazartesi mühendis olmak isterken, salı günü pilot olmayı istemek çocuk olmanın dayanılmaz hafifliğinin bir gereği olsa gerek. Bizdeki her çeşit fikre karşılık ise büyüklerin verdiği cevap değişmiyordu:
“Onu yaparsan işsiz kalırsın, ekonomik kriz var.”
“Bunu yaparsan maaşı iyi değil.”
“O alanda ihtiyaç yok.”
Bir süre sonra, bu tarz cevaplara zamanla şöyle bir tepki ve mantık geliştirmeye başlamıştım: Madem kimse bana iş vermeyecek, hayallerimi gerçekleştirmenin en iyi yolu kendi işimi yapmaktır. İlerleyen dönemlerde yaptığım her iş, bu mantığın etrafında şekillenerek gerçekleşti.
Şu sıralar bir staj bulma telaşı içerisinde olduğumdan dolayı, ben neyi iyi yapıyorum, yeteneklerim nelerdir, hangi konudan anlarım sorularını kendime sıkça soruyorum ve her iş tanımını okuduktan sonra, hayaller havalimanına yumuşak bir iniş yaparken buluyorum kendimi.
Bu gelgitler arasında neyi becerebildiğim sorusuna verdiğim cevabın biraz daha netleşmesi bana ilginç bir heyecan veriyor, çünkü netleşen cevap beni yeni hayallere doğru götürüyor.
Yazımızın konusu benim cevaplarım değil elbette. Niyetim kendi hikâyemden yola çıkarak toplumsal bir noktaya değinmek, sorular sormak ve bu boğucu gündem arasında dikkat çekmeye çalışmaktır. Demem o ki bu kariyer dediğimiz şey nedir? İnsan mesleğini neye göre seçer? Toplum olarak gençleri nasıl ve ne derece yönlendiriyoruz?
Daha işin başında hayallerimize set çekiyor bulunduğumuz coğrafya. Kuzey Kıbrıs’ın içinde bulunduğu tuhaf psikoloji, hayallerimize karşı en büyük zehir. Böyle olunca, o özlediğimiz değişimi yaratacak olan gençlerin yetişmesi zorlaşıyor haliyle. Yine de sisteme inat hayal kurmaktan vazgeçmeyen ve üreten insanları görmek, duymak mutluluk ve umut verici bir vaziyet.
Ya kendi isteklerine göre gençlere baskı yapan ebeveynlere ne demeli?
“Sinema okuyup ne yapacaksın, git mühendislik oku.”
“Ama şunu seçersen işsiz kalırsın, gir öğretmen akademisine de rahat edesin.”
“Nedir işleteceğin? Herkes işletme okur, git doktor ol.”
Farkında olmayan anne-babalar için hatırlatalım. O bölümü siz değil, çocuğunuz okuyacak. Hayatının uzun bir dönemine etki edecek olan böylesi önemli bir kararı bırakın da o versin, içine ne siniyorsa onu okusun.
Elbette, 18 yaşında olunduğunda karar vermek hiç kolay değil. Yeteneklerinizi, ilgi alanlarınızı anlamayabilirsiniz. İlerleyen yıllarda değişebilir, hatta yenileri meydana çıkabilir. Ancak, bir kere yapmaya başladığımız şeyi ömür boyu yapmak zorunda değiliz. Aksine, hızla değişen bu bilgi çağında, yeni şeyler denemek işin raconundadır.
Çünkü eskiden bir işe girilip oradan emekli olunuyordu ancak artık öyle değil. Bu dönemde eskisi gibi garanti ve iyi ödenekli işler maalesef azınlıkta yer alıyor. Üstelik yükselen rekabet ve değişen teknoloji bizi çok farklı yerlere itiyor. Değişen çalışma yaşamı koşulları ve geleceğin meslekleri, ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar geniş bir mesele. Bu yazıda bahsettiğimiz şey ise daha farklı. Dilerseniz direkt sadede gelelim.
Sonuç
Herkesin bir yeteneği var, herkesin bir rolü var. Yapılması gereken tek şey, bu yetenekleri köreltmeden ortaya çıkaracak mekanizmaları hayata geçirmek ve hayalleri körelten günlük kısır tartışmaları en az miktara çekmektir. Memleket ancak böyle daha iyi bir geleceğe sahip olabilir.
Gelin konuyu Orhan Veli’den Dalgacı Mahmut şiiriyle kapatalım.
İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.
Orhan Veli