31 Mart seçimlerinin akabinde, yabancı bir arkadaşım, “Sine, Türkiye politikası ile ilgili çok sekülerist, anti-AKP sayılabilecek gönderiler, yazılar paylaşıyorsun. Korkmuyor musun?” diye sordu. Aslında, bu soruyu sorarken, sanki sadece benimle konuşmuyor, tüm seküleristlerin son yıllardaki ortak korkusuna sesleniyordu…
1 Nisan sabahına, #MartınSonrasıBahar ve #Imamoglu tarzı hashtagler’le uyandık. Toplum yine karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüştü ve AKP’nin politik performansındaki düşüşün etkileri en çok muhalefetin 25 sene sonra kazandığı Ankara’da ve Türk politikasının kalesi olarak görülen İstanbul’da hissediliyordu. Her ne kadar 31 Mart yerel seçimlerinin sonucu ülkenin seküler kesimi için büyük bir ferahlama olduysa da, bu neticeden doğan tek ve en büyük korkum, muhalefetin rahatlayıp, ipleri elden bırakmasıdır.
AKP, bugüne kadarki başarısını, “kesintisiz hizmet” ve “kesintisiz propaganda”sına borçludur. Her seçimden sonra, kazanacağı belli olan ilçelerde bile, sandıkları en son terk edenler büyük oranda AKP’liler olmuştur. Peki muhalefet olarak, bizim eksiğimiz nedir? Biz “Atatürk’ün partisi” ilkesine sırtımızı fazla yasladık. Baykal, Kılıçdaroğlu vs. demeden, sırf CHP’nin başında olduğu için, parti liderlerini objektif bir filtreden geçiremedik. Böylesine kutuplaşmış bir toplumda, “Sekülerist düşünce kazanır ya!” diyerek, yaz seçimlerini boşladık. Meydanı, liderlerimizi seçemeyerek, muhalefete yerinden fazla güvenerek, iktidara böyle böyle bıraktık. Bu Türk siyasi geleceğinin akıbetine yapılmış kolektif bir ayıptır.
CHP’nin bugüne kadar gözlemlenen bir diğer zayıflığı da, Baykal zamanına dayanan ve Kılıçdaroğlu’nun devrinde de hükmünü sürdüren koltuk sevdasıdır. İnce’den sonra toplanan 500’ü aşkın imzaya rağmen Kılıçdaroğlu’nun gitmemesi, muhalefetin de bu sendromdan muzdarip olduğunun acı bir göstergesidir. “Oyumuz azaldı, ama kazanan demokrasi oldu.” tarzında cümleler, maalesef sadece bir züğürt tesellisinden ibarettir. Dokuz seçim kaybetmiş bir lider, artık gerçekten başkalarına şans vermelidir.
Bugün, 15 Nisan’da, Türkiye muhalefeti olarak yolun daha sadece yarısındayız. Mart sonunda tomurcuklanan sevinçlerin pekiştirilebilmesi için, İmamoğlu’nun ipleri elden bırakmaması gerekmektedir. Peki bu ne demektir? Seçim yarışı süresince yaptığı gibi, olası tüm polemiklerden kaçınmak, halkı ayrıştırmadan beraber kucaklamak, Atatürk ilkelerine sahip çıkmaktır. Fakat en önemlisi, “Ben hak yemem, hakkımı da yedirmem!” felsefesinin peşinden gitmektir. Daha önceki parti liderleri, maalesef lafta olsa da, icraatta bunu başaramamışlardır. Muhalefetin bugünkü durumunu da bu özetleyebilir.
İmamoğlu, bu açıdan bir fark ortaya koymuş; sonunda, eğitimli, seküler bakış açısını, “halktan biri” olmakla harmanlayabilmiştir. Muhalefetin ihtiyacı olan da tam olarak budur. Etkili olabilmek, bu başarıyı sürdürebilmek için, CHP, sadece seküler kesimin sığınağı olmaktan çıkıp, AKP’li seçmenlerin de dönebileceği bir alternatif hâline gelmelidir. Halktan AKP seçmenleri ile yapılan röportajlara göre, İmamoğlu’nun kazanmasına kısmen neden olan, Haziran 2018 başkanlık seçimlerinden sonra birçok AKP seçmeninin oy vermemesi veya fikir değiştirip İmamoğlu’na oy vermesinin sebebi; belediye başkanlarının görevlerini rant elde edebileceği bir rütbe olarak görmeleri ve çocuklarının, AKP’den başka bir yönetim görmemiş olmalarıdır (Oda TV, 2019). Onlara göre, İmamoğlu, kutuplaşmış halka yeni bir nefes, yeni bir umut olmuştur. Kutupları “İstanbul İttifakı” altında birleştirmek, “İstanbul’un her kesiminden insanların oylarıyla kazanan bir başkan olmak” ve farklı kesimleri birleştirmek üzere verdiği söz, İmamoğlu’nun popülaritesini, tüm kesimler arasında bir miktar arttırdı.
Şimdi, sırada gerçekten insanları dinleyecek, ülkeye batıdan bir kopya empoze etmeye çalışmak yerine demokrasiyi Türk halkıyla birleştirip harmanlayacak bir CHP yönetimine ihtiyaç var İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya ve Adana’da. Trabzonlu İmamoğlu son seçimde, halk gibi konuşup, projelerini sadece seküler kesimin değil, halktan her kesimin anlayabileceği ve empati kurabileceği bir tartışma hâline getirebildiğini gösterdi. Karşıt görüşe sahip insanları ılıman yaklaşımı ve sempatik tavırları ile düşünmeye itti. Fakat, bu sonuçtaki tek faktör İmamoğlu’nun veya CHP’nin başarısı değildir. Özellikle İstanbul’da başını alıp giden kentleşme, yüksek enflasyon ve rantçı ilçe belediye başkanları, birçok seçmenin “artık yeter” demesine neden oldu. Bunun eminim ki İmamoğlu’nun kendisi de farkındadır.
Peki mazbata alınınca ne olacak, ne olmalı? (Ve evet, o mazbata alınacak. Alınamazsa, bir Gezi Parkı dönemi daha öngörüyorum.) Bu stratejik hatanın yapılmayacağından neredeyse tamamen emin olsam da, eğer İmamoğlu söylediği gibi “herkesin başkanı” olamazsa, bu yeni kazanılmış yarış bir sonraki evrede kolayca kaybedilecektir. Bu noktadan sonra, söylediklerini icraatlarıyla tek tek kanıtlayarak, kapasitesinin zirvesine çıkan merdivenleri teker taker, halkın elinden tutarak tırmanmalıdır İmamoğlu. Sadece halka konuşmamalı, halkla beraber de konuşmalıdır. Ve her şeyden önce, CHP tarafından desteklenmeli ve önü açılmalıdır. İşte esas o zaman, muhalefet ile ilgili umutlarımız haklı çıkacaktır.
Kapak fotoğrafı için tıklayınız.