Roma Notları (4): Zaferden Değil Seferden Sorumluyuz

Bugün pazar, Roma’da gün batmak üzere…

 

Yağmur bulutları, azacık güneş ve sonra sağanak yağmurla geçen enteresan bir nisan pazarı eşliğinde, ne yazsam diye dolanıyorum zihnimin köşelerinde.

 

Vakit öğleden sonraya doğru yol alırken, güneşin çıkmasını fırsat bilip, nevi şahsına münhasır mahallem Pigneto’da yürüyüşe çıktığımda yalnız olduğumu sanıyordum. Oysaki yazılması gerekenler, yeni haftada yapılacaklar listesi ve bir takım diğer düşüncelerden oluşan “pazar şenliği” de bana eşlik ediyordu.

 

Gelin aklıma yerleşen bu şenlikli curcunayı biraz inceleyelim. Yoksa başka türlü dağılmayacaklar.

 

Gündeme dair

 

Geçtiğimiz hafta, çokça tanıdık olduğumuz kamu maaşlarının nasıl ödendiği tartışmaları ve bir türlü bitmeyen zamlar gibi konular gündemi sıkça işgal etti. Bu gündemin bir diğer değişmeyen maddesi ise 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine endekslenen yeni hükûmet senaryolarıydı. Özellikle belirtmek isterim ki, cumhurbaşkanlığı seçimlerine daha bir yıl varken, olası adayları konuşup koalisyon senaryoları yazanlar, bu ülkeye yapabilecekleri en büyük kötülüğü yapmaktadırlar. Yapılması gereken onca icraat, çözülmesi gereken onca sorun dururken, toplumun enerjisini gelecek seçimlere kanalize etmeye çalışmak en basit ifadeyle gelecek nesillerden çalmak demektir.

 

Gençliğin gündemi

 

Hayatına başladığı ilk günden beri gerçekleştirdiği yayınlar ile bizlere bir soluk olan Tabella, bu hafta iklim değişikliği aktivistleri ile yaptığı röportaj ile karşımızdaydı. İsveçli bir genç olan Greta Thunberg’in çağrısı ile tüm dünyaya yayılan “iklim için öğrenci grevi”nin Mağusa ayağını organize eden gençlerimizin açıklamalarının her cümlesi çok önemli ve geleceğe dair bizi umutlandıran cinsten. Röportajın tamamını şuradan okuyabilirsiniz, ancak benim aklımda kalan en önemli cümle “Zaferden değil, seferden sorumluyuz.” oldu. Çünkü, iklim değişikliği aktivistlerinden Can Kaptanoğlu’nun ifade ettiği bu cümle, karşılaştığımız tüm öğrenilmiş çaresizliklere ve bahanelere karşı panzehir niteliğinde olan ve son derece motive eden bir cümledir.

 

Birçok çaba, zafere odaklandığımız için daha başlamadan sonlanıyor maalesef. Hâlbuki, sefere odaklanabilsek, elimizden geleni yapsak belki de zafer de gelecek arkasından.

 

Gerek kişisel gerekse toplumsal düzeyde olsun birçok konu ve mesele, sonucun ne olacağına gereğinden fazla odaklanıldığından dolayı heba ediliyor. Böyle olunca, sürecin getirebilecekleri ve öğretebilecekleri de kaçırılıyor ister istemez. Varılacak yer elbette önemlidir, ama yolculuğun nasıl olduğuna ehemmiyet göstermezsek, ne bir yere gidebiliriz ne de bir şey öğrenebiliriz. Elde kalan ise kocaman bir hiç olur.

 

Değişen Nesiller ve Kıbrıs Sorunu

 

Gazeddapod’da yer alan Hiçbir Yerden Haberler‘in bugünkü programına Rafet Uçkan ve Mete Hatay konuk oldu. Son derece güzel olan programı dinledikten sonra kafamda dönen düşünceler ve yorumlar ise aşağı yukarı şöyle gerçekleşti:

 

Tüm program güzel tespitlerle doluydu lakin en önemli nokta, Mete Hatay’ın yaptığı “Osmanlı adadan ayrıldığından beri yok olma korkusu yaşıyoruz.” tespitiydi bana kalırsa. Çünkü, bu dönemde sıkça duyduğumuz “Aman yediler bizi!”, “Kaç kişi kaldık zaten?” gibi yok oluyoruz söylemlerinin aslında yüz seneyi aşkın bir süredir var olan bir korku olduğunu duyunca, ister istemez bizim toplumumuzun ne kadar dayanıklı olduğunu düşünmeye başladım. İçimdeki pozitif ses, “Panik yapmaya gerek yok, bizler bu dönemin zorluklarının da üstesinden geliriz.” diyor.

 

Kıbrıs’ın tümüne dair hatıraları, hikâyeleri olan son nesil elbette 1974 öncesini hatırlayanlardır. Kıbrıs’ımın güzellikleri tüm ada coğrafyasında aynı olsa dahi, geriye kalanlar için yabancı bir yerdir yeşil hattın diğer kısmı. Hele ki, doksanlarda doğup Annan Planı sonrasında büyüyen bizler için daha da nettir bu durum. Evet, Kıbrıslı Rumlar ile kültürümüz ne kadar çok benzese de, dil faktörü küçümsenemeyecek derecede kuvvetli bir şey. Nesilden nesle aktarılan travmalar da cabası. Evet, kültür çok önemli, lakin gelecek hayalleri ve ilham aldığımız noktalar konusunda ne kadar ortaklaşıyoruz, ondan emin değilim. Zaten Kıbrıs Türk siyasetinde barış ve çözüm kelimesini kullananların esas derdi ve argümanı da diğer toplumla beraber bir ülke kurmak değil çoğunlukla. Daha çok; tanınmamışlıktan, yetersiz sağlık ve eğitim hizmetlerinden ve bozuk yollardan dem vurup çözümün gerekliliğine ikna etmeye çalışıp, “Aman kalıcı bölünmeye gidiyoruz.” gibi soyut bir endişe ortaya koyuyorlar. Hâl böyle olunca aklıma gelen soru şöyle oluyor, içerideki sorunlardan pozisyon alan ve ötekiyle ilişkisi sınırlı olan bir barış argümanı ne derece içi doludur?

 

Geçtiğimiz beş sene içerisinde çeşitli vesileler ile Kıbrıslı Rumları tanımaya ve arkadaşlık kurmaya çalıştım. Bunlardan en çarpıcı olanı herhâlde ilk Girne gezisine eşlik ettiğim Larnakalı arkadaşımla geliştirdiğimiz iletişim olsa gerek.

 

İlk tanıştığımızda, Kuzey Kıbrıs’taki yaşama dair fikirleri yoğun ve sert bir biçimdeydi Kuzey’e hiç geçmemesine rağmen. Sonra, her sohbetin ve buluşmanın akabinde onu davet etmeye başladım. “Gel Mağusa’ya, gel Girne’ye.” diye söyleniyordum her defasında.

 

Aradan bir sene geçince, tam umudumu kaybetmeye başlamıştım ki, bir iş arkadaşıyla Mağusa’ya gittiğini, şimdi de Girne’ye gitmek istediğini söyleyen bir mesaj aldım. Sevinçle gezdirebileceğimi belirtmem üzerine, Girne turumuzun detaylarını ayarladık. Günün sonunda, arkadaşımın korkularına ve endişelerine çok daha yakından tanıklık ettiğim, ön yargılarının erimesine şahit olduğum ama aynı zamanda öğrendiği milliyetçi düşüncelere de sarılmaya çalışan bir ruh hâlini izlediğim ilginç bir gezi olmuştu. Üzerinden altı ay geçmesine rağmen, hâlen çok net tanımlayamasam da, aslında insanoğlunun yalnızca tanımadığı ve bilmediği şeylerden korktuğu gerçeğini hatırlatan bir gezi olmuştu benim için. Sizin anlayacağınız, Kıbrıslı Rumları ve Güney Kıbrıs’ı daha iyi tanıyabileceğimiz her fırsatı değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü, çözümün şeklinden bağımsız olarak bu adada beraber veya yan yana yaşayacağımız su götürmez bir gerçek. Dolayısıyla, huzurlu yarınlar için daha çok diyaloğa ve etkileşime ihtiyacımız var.

 

Sonuç

Yağmurlu bir pazar gününde aklıma misafir olan bir takım düşünceler, genel hatlarıyla böyleydi. Yukarıda paylaştıklarımın dışında, bu hafta acil yapılması gerekenler ve yaklaşan yaz mevsimi planları ile gelecek kaygıları gibi daha uzun kalan misafirlerim de bana eşlik edenler arasındaydı. Zihnim böyle cümbüşlü olunca, Mevlânâ’nın o çok sevdiğim şiiri de ister istemez kendisini hatırlatıyor.

 

“İnsan kısmı bir misafirhane,

Her sabah yeni birisi gelir.

Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik,

Aniden farkına varmak bir şeyin,

Hepsi beklenmedik misafir.

Hepsini karşılayıp eyle!

Evini vahşetle süpürüp,

Bütün mobilyalarını boşaltan

Bir kederler kalabalığı bile gelse.

Her geleni alnının akıyla misafir et.

Olur ki yeni bir zevk getirmek için

Boşalttılar evini.

Karanlık düşünce, utanç ve garez,

Hepsini gülerek karşıla kapıda

Ve buyur et içeri.”

 

Mevlânâ

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir