Türkiye’de Bir Kıbrıslı: Bir Sevgi-Nefret Hikâyesi

Yaklaşık dört sene önce zeytin dallarının barışı vaat ettiği Akdeniz’deki o küçücük adadan neredeyse arkama bakmadan hızla uzaklaşıp kendimi Ankara’nın sevimsiz ve lanet bozkırına bıraktım. Bana hayatı öğreten üniversitemden ayrılma vakti gelirken arkama dönüp baktığımda, fırtınalı bir ilişkimin olduğu eski bir âşık gibi görmeden edemiyorum bu dengesiz, kalabalık ama aynı zamanda samimi ve idealist şehri. Demli çayı, insanlarıyla güzel sohbeti, ilginç çeşitliliği ile bağımlılık yapan bu öğrenci şehrini hep “Evlat olsa sevilmez.” diyerek nitelendirdim. Şimdi düşününce, belki de bu şekilde nitelendirmem Ankara’ya karşı duyduğum sevgi ve nefret ile karışık o güçlü duygunun çok iyi bir özetiydi.

 

İtiraf etmeliyim ki, on sekiz yaşındaysanız ve Ankara gibi kaotik bir şehri yenebileceğinizi sanıyorsanız hayat gerçekten çok zor. Yetişkin olduğumu sandığım bu yaşımda; hayatta görüp görebileceğim en acımasız insanlarla hâlihazırda muhatap olduğumu düşünüp, dışarıdan “ponçik” gözükürken içinde başka bir insanın acımasızca sırtına basarak sırf onun üstüne çıkmak için motivasyonları olan büyükşehir insanlarına fazlaca ve çok erken güvenmiştim. Aynı doğayı paylaşan bir insan bir diğerinden ne kadar farklı olabilirdi ki? Aynı dili konuşan bir büyükşehir insanı ile sadece farklı bir ağza sahip olan bir adalı, özlerinde aynıydı benim için. Bu nedenle yaşayacağım değişimin getireceği zorluklara karşı önüme sürülen tüm uyarılara kulaklarımı kapatmıştım. Artık bir “yetişkindim” ve kendi hayatımı yaşamaya, tanımadığım bambaşka bir hayata doğru yola çıkmak üzereydim.

 

Büyüklerimizin sürekli bahsettiği “hayat tecrübesi”nin önemini ancak bu yolda öngöremediğim duvarlara toslayınca anlayabildim. Bu yoldaki gerçekler suratıma sert bir tokat atıp yere kapaklanmama sebep olunca, işte Ankara’dan o zaman nefret etmiştim. İki yüzlü insanlarından, kendinden başka kimseyi düşünmeyen ve sürekli ekonomik krize yol açarak hayatlarımızı zindana çeviren siyasetçilerinden, kadınlara karşı mide kaldırıcı suçlar işleyen vatandaşlarından, sürekli hasta olmama yol açan dengesiz havasından, bana hayatı bu denli zor bir derecede öğretmek zorunda oluşundan dolayı nefret ettim bu menopozlu kadından; Ankara’dan. Fakat yine de gidiyorken, tam da “Seni sonunda yendim Ankara!” gibi gayet masumane bir hisse kapılırken, içimde buradan gidiyor olduğuma dair farkındalığın getirdiği bir sızı… Burada yaşadıklarımdan çıkardığım dersler ve dolayısıyla kendisine karşı nefret dolu olduğum bu şehrin önüme sunduğu fırsatlar, bana yaşattığı tüm o güzellikler sonucunda kalbimde nüksettirdiği “ev” duygusu…

 

Bilemiyorum, anlaması zordur belki de bu duyguyu, özellikle de Ankara’yı tanımıyorsanız. Tanımadıklarına karşı nefret duygusu geliştirmek, insanın koruma içgüdüsünü harekete geçirmesi için en kolay yöntemlerden biri olsa gerek. Özellikle de televizyonda ya da sosyal medyada gördüğümüz haberler karşısında, doların sürekli Türkiye’deki vahim politik sonuçlar neticesinde arıtıyor olmasından, belki de Kıbrıs’ta yanı başınızda yaşayan “Türkiyeli” insanların farklı hayat görüşlerinden ve kimsenin dillendirmediği adaya entegrasyon sorunlarından…

 

Yıllar içerisinde farkına vardığım en önemli şeylerden biri de, tüm bu olumsuzluklara karşı “Türkiye’ye hayatta adımımı dahi atmam.” diyen insanları duyduğumdaki hüzün duygusu oldu aslında. Tamı tamına aynı şekilde dillendirilen bu cümleyi Almanya’da, İngiltere’de ve Finlandiya’da yaşayan, aralarında en ufak bir iletişim dahi olmayan insanlardan duyduğumda midemdeki hüzün boğazıma çıkmıştı âdeta. Konuşamıyordum, sebepleri vardı çünkü onların da ve ayrıca Ankara’dan tamamıyla nefret etmediğim anlaşılsın istemiyordum; aramızdaki sevgi-nefret ilişkisi bunu gerektiriyordu. Belki de onlar böyle hissetmekte bir nebze olsun haklıydılar, fakat bilmedikleri şeyler vardı. Burada kendini inanılmaz derecede geliştiren, ileri görüşlü ve aydın insanların aslında ne kadar da fazla olduğundan, tüm zorluklara rağmen verilen kutsal yaşam mücadelesinden, erkek egemenliğinin hâkim olduğu bir toplumda kadınlara ve LGBTQ üyelerine karşı yapılan baskılara karşı verilen haklı çabaların aslında ne kadar geniş kitleler tarafından savunulduğundan haberleri yoktu. En önemlisi, tüm bunlardan haberleri varsa idi bile, burada yaşamanın nasıl bir şey olduğundan haberleri yoktu ya da tüm bunları geçmişlerine gömüp unutmayı tercih etmişlerdi. Neticede, bu cümle kulaklarımda yankılandığında zihnimde canlanan şeyler hep burada yaşadığım, neredeyse tüm hayatımda yaşadığım en güzel şeylerdi. Elimden tutmasa kaybolup gideceğim ömürlük arkadaşımla burada tanıştım örneğin, ilk kez tamamen buradayken nefes kesici güzellikteki şehirlere doğru kendi başıma seyahate çıktım, ülkelerini daha iyi bir yer hâline getirmek için çırpınan insanlara esas burada rastladım, her seçim sonrasında insanların ruhsal yıkılışlarına burada tanıklık ettim, geleceğime yön veren insanlar başka hiçbir yerdeki değil buradaki insanlar oldu, kendimi burada kaybettim ve tekrar burada buldum; sonuç olarak Ankara ile aramızdaki sevgi-nefret ilişkisi böylece doğmuş bulundu.

 

Bu konuda söylenecek bir o kadar daha söz, yazılacak bir o kadar daha çok şey var aslında. Yalnızca size tavsiyem, Ankara’ya gelmeseniz bile bu ülkedeki güzelliklerden mahrum kalmayı bile isteye reddetmemeniz. Sözü daha fazla uzatmadan, başka yazılarda yolumuzun kesişmesi dileğiyle.

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir