Bu makalenin yayınlandığı gün Atatürk’ün Samsun’a adım atmasının ve Kurtuluş Savaşı’nın yüzüncü yılını devirmiş olacağız. 19 Mayıs’ın önemi, özellikle yüzüncü yılında, belki de hiç olmadığı kadar önemli bir hâle gelmiştir. İşte bunun içindir ki, Atatürk’ün Nutuk kitabı 19 Mayıs günü O’nun Samsun’a çıkışıyla başlamıştır. İşte bunun içindir ki Atatürk doğum gününü 19 Mayıs olarak seçmiştir ve en önemlisi 19 Mayıs’ı en çok güvendiği insanlar biz gençlere armağan etmiştir. Her 29 Ekim ve 19 Mayıs kutlamalarında gözümün önüne ilkokuldaki günlerim ve çoğunu hayal meyal hatırladığım öğrenmiş olduğum şarkılar geliyor. Net olarak hatırladığım tek şarkı, ve belki de öğrendiğimiz (daha doğrusu ezberlediğimiz) şarkıların en manidarı başlığını hatırlayamadığım bu şarkı:
“Cumhuriyet hürriyet demek,
Cumhuriyet özgürce yaşamak,
Uygarlığa, çağdaşlığa
Durmadan yılmadan koşmak demek
Cumhuriyet mutluluk demek,
Cumhuriyet kol kola yürümek
Uygarlığa, çağdaşlığa
Durmadan yılmadan koşmak demek”
Melodi aklınızda canlandı mı? İlkokul sıralarında hem bizim hem de Kıbrıs ve Türkiye’deki milyonlarca çocuğun yıllardır söylediği bu şarkı her ne kadar güzel, umut dolu ve iyimser gözükse de, cumhuriyetin ilanı ile son bulacak Millî Mücadele’nin başlangıcı olan Atatürk’ün Samsun’a ayak basışının 100. yıl dönümünde, 19 Mayıs 2019’da bize hiç olmadığı kadar uzak gelen âdeta dizelerden oluşmuş bir serap edasında.
Bu kadar ehemmiyetli bir günün yüzüncü yıl dönümünde gönül isterdi ki güzel şeylerden bahsedilsin. Bunun önündeki en büyük sorun teşkil eden problemler demokrasinin göze batar bir şekilde gerilemesi, ekonomideki güvensizlik, insan hakları ihlalleri ve yozlaşma gibi konu başlıkları altında değerlendirilebilir. Fakat geçtiğimiz aylarda yaşananları da göz önünde bulundurduğumuzda bir olay bütün çıplaklığıyla bütün bu faktörlerin birleştiğini gözler önüne serdi. Bu husus da Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının geri alınması ve Yüksek Seçim Kurulunun hukuk ve mantık kapsamı dışında bir irade ile almış olduğu İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin tekrarı kararı. Suni olarak yaratılmış, ve daha önemlisi politik menfaat doğrultusunda düzenlenmiş bir “beka sorununun” “çözümüne” yönelik bir ratio decidendi (hükmün gerekçesi) ile verilmiş bu kararın ne mantık, ne de yasal bir zeminde meşrulaştırılması, ne de akla ve mantığa sığması mümkündür.
Çoğu zaman Kurtuluş Savaşı denince akıllara ilk gelen “Kurtuluş”, Türkiye’nin kendisini işgal eden ülkelerden (başlıca Yunanistan, İngiltere ve Fransa) kurtulması üzerinedir. Lakin, tarihin akışı ve Atatürk’ün cumhuriyeti ilanından sonra izlediği adımların da gösterdiği gibi, hürriyet için Millî Mücadele ve ülkenin kurtuluşu sadece savaşlarla sınırlı değildir. Bir anlamda Kurtuluş Savaşı vesilesiyle fiziksel ve devlet olarak özgürlüğüne kavuşan Türkiye kendi içine dönmüş ve ülkenin 1. Dünya Savaşı sonrasındaki bağımlı, geri ve kırılgan duruma gelmesinde önemli rol oynayan ögelerden olan kurtuluşunu sağlamaya başlamıştı. Bunlar kısaca Atatürk İnkılapları ve onlar doğrultusunda izlenen politikalar olarak özetlenebilir. Bu bağlamda tespit edilen ilk düşman ise yobazlığın ta kendisi olmuştur.
Yobazlık kelimesi denince akla gelen ilk şey kelimenin körü körüne dine olan bağlılık ile ilişkilendirilmesi. Lakin haddizatında, bu mantalite sadece dinî görüşleri değil politik görüşleri de kapsamaktadır. Herhangi bir kişiye, görüşe veya doktrine sorgulamadan ve düşünce süzgecinden geçirmeyerek şahsını teslim eden herhangi bir insan kelimenin anlamı doğrultusunda yobaz sayılabilir.
Yobazlık, diyalektiğin ortadan kalktığı, kişilerin belirlenimcilik gözlüğü takarak inanç sistemlerinin “kesin doğruyu” yansıttığını ve kendisi ile çelişen herhangi bir kişinin ve görüşün otomatik olarak haksız olduğuna inandıkları ve bu bağlamda kendi yarattıkları veya onlara empoze edilen dogmalar vasıtasıyla hayatlarını idame ettirip her tür verimli münazaraları reddettikleri bir zihniyettir. Bu zihniyetin mensupları her fikirde hata veya doğruluk payı olduğunu göremeyen insanlardır. Oysa ki Platon’un da dediği gibi, fikir mutlak doğru üzerine olan bilgi ve cehalet arasındaki zihinsel durumdur. Bu bağlamda yapılan eğitim reformları, Atatürk’ün eğitime, gençlere ve müspet ilimlere göstermiş olduğu yoğun ilgi de yobazlığın Türk halkının düşünce yapısından yok olması için önemli bir göstergeydi. O’nun görüşüne göre yukarıdaki parametrelerin birleşmesi “genç fikirliliği” yaratmalıydı. Atatürk’e göre genç fikirlilik “doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.” (Kocatürk, 1984, s. 76) Bu düşünce Atatürk’ün Hanioğlu’nun deyimiyle “bilimsel pragmatizm” olarak tanımlanabilecek fikirleriyle sentezlendiğinde ise Atatürk’ün nezdinde de yobazlığın nasıl gericiliği temsil ettiği açıkça gözler önüne seriliyor.
Değiştirilemez fikirlerdeki temel sorunu Platon’un öğretilerini mümkün mertebe takip eden ve benimseyen büyük devlet adamı, avukat ve filozof Cicero’nun sözlerinden okumakta fayda var:
“Bedendeki kir suyla yıkandığında ya da günlerin geçmesiyle temizlenebilir, ancak zihindeki kir, ne uzun zaman içinde ne de nehirde yıkanarak silinebilir.” (Cicero, Kitap II, X 24)
Bu bağlamda Hasan-Âli Yücel’in yobazlık üzerine yazdığı şu paragraf yazıldığı yıldan 60 sene sonra bile maalesef geçerliğini korumaktadır:
“Yobazlık bir zihniyettir; cemiyeti geride tutmak, kıpırdatmamak, değiştirmemek, bir kelimeyle yaşatmamak isteyen bir zihniyet. Hiç okuma-yazma bilmeyeninden tutunuz, elinde Garp (Batı) üniversitelerinin diplomaları olanlara kadar her soydan, her boydan bu zihniyette insan görebilirsiniz… İstiklâl Savaşı’nda ve ondan sonra inkılâp devresinde işte bu zihniyeti düşmandan daha tehlikeli gören gerçek millîyetçi ruh, ona hürriyet tanımamıştır. Çünkü yobaz, hürriyetin baş düşmanıdır.” (Yücel, 1960, s.195-96)
Maalesef Yücel’in bu satırlarını destekleyecek birçok delil sunmak mümkün. Gerek Kıbrıs’ta, gerek Türkiye’deki cehalet salgının sadece eğitimsiz kesimde kalmayıp âdeta kangren gibi eğitimli olan zümreye de yayıldığı aşikâr. Ama umudu yeşerten şeylerden biri olarak Türkiye’deki zihniyetin yavaşça değiştiğini, yıllardır yerleştirilmiş dogmaların zayıflayıp yobazlığın bir nebze de olsa azaldığını söyleyebiliriz. Özellikle yerel seçimler sonrasının gözler önüne serdiği tablo insanın içine karanlığın sonundaki ışık gibi (post tenebras lux) doğuyor ve insanın yüzünde ufak bir tebessümle “Her şey çok güzel olacak” demesine sebep oluyor. Belki her şeyin çok güzel olacağını öngörmek için daha erken olsa da bu düşüncenin bir hissikablelvuku olarak benimsemek ve onun ışığında mücadele etmenin önünde bir engel yoktur.
100. yılını bahtiyar ve o zor günlerden bu yana kat ettiğimiz mesafenin haklı gururu içerisinde geçiremediğimiz bu 19 Mayıs gününün önümüzdeki yıllarda düzelmesi ve toplum ve coğrafya olarak içinde bulunduğumuz yobazlık kıskacından kurtulmamızın bir dönüm noktası olması dileğiyle bakmalıyız geleceğe. Nasıl demişti Celâl Şengör, “Büyük insan devrini kendi iradesine mahkûm kılar; sıradan insan ise devrinin iradesine mahkûm olur.” (Şengör, 2017, xxi) Dünyayı kıskacında bulunduran umutsuzluk, dezenformasyon ve cehaletin kıskacından toplum olarak bir Anka kuşu gibi küllerimizden doğacağımız bir gelecek dileğiyle…
Referanslar:
[1] Kocatürk U. (1984). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi.
[2] Cicero, M. ve Çevik, C. (2017). Yasalar Üzerine. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
[3] Yücel, H.- Â. (1960). Hürriyet gene Hürriyet. Cilt III. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
[4] Şengör, A. M. C. (2017) Hasan-Âli Yücel ve Türk Aydınlanması. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Doruk canım Canım benim seni seviyorum Her şey güzel olacak