Ramazan ayı. Kıbrıslı toplum olarak kasıla kasıla övündüğümüz noktalarımızdan yegâne laikliği hatırlatır bu ay. “Dinsizlik” seviyesinde denilecek kadar gündelik hayattan koparmışızdır inançlılığı. Pekâlâ bir cüretle seremoni dışında görevi kalmadı desem yanlış konuşmuş olur muyum?
Belki de bu yüzdendir ki biz o davulcuyu herhangi bir ay gibi bu ay da duymayız. Pardon, düğünler dışında demek istedim elbet. Aslında askerin resmî törenlerinde de duymak mümkün. Henüz dinleme şerefine erişemediğim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda da vardır vurmalı çalgı. Yok, davul sesi eksik değil bizde anlaşılan. Sadece din yok. Binaenaleyh, ramazan davulcusu da namevcut.
Peki biz neden övünürüz bu tabiri caizse toplumsal huyumuzla? Bunun cevabı bir madalyon olabilir: Hem iki taraflı hem altın oranı düşük. Bir taraf Avrupai olmaya ve bundan ötürü daha çağdaş olmaya olan yatkınlığımız olabilir. Bu tarafımızdır ki demokratik olduğumuzu iddia eder. Bu taraftır ki siyaset hakkında kötümserdir. Bu taraftır ki oyunu adayın lisanına göre değil lisansına göre oy verir. Yani umarım öyledir.
Madalyonun diğer tarafında ise üstünlük karmaşamız olabilir. Gerici, itici, şark kurnazlığı ve bilumum çağdaşlığın zıddını çağrıştıran davranışlar ile bütünleştirdiğimiz o karaktere olan üstünlüğümüz. Toplumsal üstünlüğümüz. Pek tabii ki din ile bu karakterin arasındaki ilişki de bize her şeyi tertemiz yapmaz mı? Ondan gayrı olmalıyız, öyleyizdir de. Konuşmamızı eleştiren, alay eden bu reziller bilmez ki biz daha hakiki “gonuşuruk”! Bardağın son damlasını da zaten yanlış telaffuz edecekleri bir meskûn mahal doldurur.
Hangisinin ağır bastığını, hangisinin doğru dahi olmadığını sizin takdirinize bırakıyorum. Zaten mevzu o değil. Sahi, ben neden sadede gelmiyorum? Gelmeye daha var, bari yaklaşalım artık.
Laik olmak neden önemli ki zaten? Devlet ile dini ayırınca ne olur da bu kadar hevesleniyoruz? Sanırım tek kelime, tek isim ile bunu cevabı Atatürk. Daha doğrusu onun fikirleri, Atatürkçülük. Din ile devleti ayırmak bize hangi dine mensup ve hangi görüşten olursak olalım devlete aidiyet ve mülkiyet hissetmemizi sağlayacak. Kıssadan hisse, ifade hürriyetinin temelini atacak. Zaten ithal olan bu fikirleri “ithal ettik” demeyi tartışma konusu yapacak bir zamanda etkilendik bu fikirlerden. “Demokrasi,” fısıldadı fikirler, “kavuş kavuştur.” dedi. Laiklik kıymete biniverdi ansızın; demokrasiydi vaat, laiklikti koşul.
Atatürk’ün kendi kitlesi bu koşulu üç aşağı beş yukarı anlarken, biz şırınga ile aktardık kendimize. Zor olmadı tabii, ecdatlarımızın tabiatı gereği sanırım zaten dine küstük biz en başından beri.
Peki bugün nereye getirdi bizi bu laiklik? Cesaretle söyleyebilir miyim ki bize görüşümüzü beyan etmekte hürriyet kazandırdı? Hoşgörü ile karşılıyor muyum başkasının yargısını?
Perdeyi kaldırayım artık bu kadar geveledikten sonra.
21 Aralık 2017 tarihinde vuku veren bir olayın neticesine vardık geçen hafta. Afrika gazetesinde yayımlanan ve ivedilikle hedef aldığı yabancı bireye fitil veren bir karikatürdü bu olayın kışkırtıcısı. Nitekim gerekeni yapılacak diye mahkeme yoluna düşürülen Afrika sahipleri 16 Mayıs 2019 itibari ile beraat etti.
Süreci anlatıp anlatıp uzatmaya gerek yok, neticede ben bir oh dedim. Demeye kalmadan “kabardım.” Gurur doldu yüreğim, “Biz hür!” diye haykırdım kafamda.
Ancak neyden korkuyordum ki rahatladım?
Zaten her fırsatta ben değil miydim dibine kadar ifadesinde hür, hoşgörüsünde tamam bir toplumuz diye övünen?
Biraz düşündüm. Yaman şakacıyım, düşünmeye gerek mi var? Hepimizin sessizce beklediği imtihan bizim kendi hoşgörü ve ifade özgürlüğümüz ile ilgili değildi ki. İmtihan bu hoşgörü ve özgürlüğün mahkemelerde o şahsa karşı kazanmasıydı.
Velhasıl kazandı. Kazandık. Yaşasın hürriyet. Eh.
Şimdi gerçekten düşündüm. Bizdeki mesele sanki farklı çeşit bir laiksizlik. Devlet-din ilişkisindeki doğru mesafeyi çözdük, yine de devlet-“anavatan” ilişkisindeki mesafeyi belirlemekte rahatsız oluyoruz.
Uzaktan hoş gelen o davul sesi mahkemeyi terletince, gerçekten ne kadar uzaktır?
Fotoğraf için tıklayınız.