Yurt Dışında Okumanın Öteki Yanı: Paris

“Sine, Hollanda’yı bitirdin, Paris’e geçtin demek?”, “Artık Paris’ten iyi bir yer de bulunmaz yani, nasıl hissediyorsun?”, “Kapağı iyi yere attın,” vesaire vesaire… Sizlerden bir süre uzak olmamın bir sebebi vardı: Kendi aklımı toplamadan, derli toplu bir yazı yazamayacağıma karar vermem. Bu hafta, sizlere yurt dışında okumanın aslında nasıl bir şey olduğunu, kimsenin pek bahsetmediği ama aslında büyük bir gerçek olan bir diğer yüzünü, tüm dürüstlüğümle, kendimce, kendi deneyimlerimden yola çıkarak olabildiğince anlatmaya çalışacağım. Platformdaki kardeş yazarlarımızın deneyimlediği ve birçok okurumuz tarafından anlaşılması gereken konuyu, kâğıda dökmeye çalışacağım. Anlayacağınız, biraz kişisel bir yazı olacak bu hafta sabah kahvenize veya belki de akşam sefanıza eşlik edecek olan bu yazı…

 

“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilden biriyle başlar; ya insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir…” demiş Tolstoy. Bu söz, galiba seyyar hayatımı simgeleyen, oradaki maceralarımı, tanıştığım insanlarla olan hikâyelerimi, en güzel özetleyen söz. Benim Paris hikâyem de bir ay önce başladı, tam gaz hız almış, devam ediyor, beni de beraberinde sürükleyerek… Evet, yurt dışında olmak insana vizyon katıyor, bilgi katıyor, deneyim katıyor, evet… Fakat aynı zamanda, ona bakılırsa yurt dışına gitmek bir kumar aslında. Oradaki deneyimin şehirde seni ilk karşılayan şeylere, tanıştığın insanlara, içinde bulunduğun olaylara bağlı… Bana göre, en çok da tanıştığın insanlara… İnsan sosyal bir hayvandır, başkalarıyla yaşadıkça çoğaltır pozitif duygularını, başkalarıyla paylaştıkça azaltır acılarını, üzgün anlarını. Hollanda bu anlamda bana çok cömert davrandı. Hayatıma katmaktan büyük mutluluk duyduğum ve her zaman minnettar olacağım insanlar kattı bana ve o insanlarla beraber inşa edilmiş çok güzel anılar… Peki şimdi Paris nasıl? Biraz ondan bahsedeceğim. Bana göre, İstanbul’da doğmuş, yaşamı boyunca gidip gelmiş fakat Kıbrıs’ta büyüyüp iki tarz yaşam tarzını da deneyimlemiş olan biri olarak, metropoliten yaşamı her zaman zor bulmuşumdur. İşte esas burada, insanlar devreye girer. Milyonlarca insanın yaşadığı bu şehirde, bazen nerede yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemlidir…

 

Paris’te gerçekten tek başına yapabileceğiniz birçok şey var. Saint Michel’den başlayıp, Eyfel Kulesi’ne kadar uzanan Seine Nehri kıyısını boydan boya yürüdüğünüzde, “Evet, gerçekten de bu şehirde bir sihir var.” dersiniz. Ve bu düşünce, Paris’in dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunu düşündüğümüzde, hiç de yersiz değildir. Fakat, bence hayat gerçekten de paylaşılınca güzel. Bu yetiştirilme şeklimden midir bilmiyorum, ama her zaman kolektif ve bireyselin birleşiminden beslendim, biri olmadan, diğeri nerede olursam olayım, hep eksikti. İnsan her anı güzellikle ve sonuna kadar yaşamalı, fakat sürekli, sadece kendisi tanık olmamalı o ana, biri o güzellikleri, onunla beraber hissetmeli. Sanırım bir yere alışana kadar, insan sosyalleşmekten kaçmamalı, fakat kendiyle baş başa kalabilmeyi, kendiyle olmayı sevmeyi de bilmeli. Kendini yeniden ve yeniden keşfetmeyi, ama yeni güzellikleri paylaşabileceği birkaç dost da edinmeyi kendine amaç hâline getirmeli. En azından benim için bu böyle. Geriye dönüp baktığında yaşadığın şeylerin yanında, onları daha da güzelleştiren insanlar kalıyor. “My people” tanımı vardır İngilizcede, senin insanlarınla. Uzun lafın kısası şu ki, hiçbir yolculuk kolay başlamıyor ve hiçbir hikâye, yalnız güzelleşmiyor. Maceram şimdilik güzel geçiyor, biraz kendi kendimeyim. Şehri keşfediyorum, tüm başlangıçların zor olduğunu kendime tekrar ede ede. Bakalım şehre ne zaman bir yabancı gelecek…

 

Hayatımın hiç olmadığı kadar değişken olduğu bir dönemde, hayatıma temelli olarak giren tüm güzel insanlara ithafen…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir