Mülkiyet ve mülkiyet teorisi, Hristiyanlığı yaymak ve geri kalmış halklara uygarlık getirmek kadar popüler bir amaç olmasa da 17. yüzyılda patlayan İngiliz sömürgeciliğinin en önemli faktörlerinden biriydi. John Locke gibi düşünürlerin İngiliz medeniyetini yüceltmek niyetiyle yazdığı eserlerde savunduğu fikirler yüzyıllar boyunca sömürgeleştirilen toplumları ata yadigârı topraklarından ve toprağın sunduklarından mahrum, ve dolayısıyla sosyoekonomik açıdan yoksul bırakmıştır. Sömürgecilikten en çok çekmiş toplumlardan biri olan Avustralya yerlilerinin hâlâ devam eden mücadelesi, seneler süren beyaz adamın üstünlüğü anlayışının nasıl hâlâ korunduğunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki yerli halklar için bir zafer kabul edilen Mabo v Queensland davası ve sonrasında gelen Native Title Act (1993) bile bu halkların mülkiyet haklarını korumaktansa, beyaz adalet sisteminin nasıl hâlâ 17. yüzyıl doktrinlerini kendi üstünlüklerini sağlamak için kullandığını göstermektedir.[1] Bu yazı, sömürgeci ideolojilerin günümüz dünyasında da devam eden işleyiş süreçlerini irdelemektedir.
Mabo davası hakkında konuşmadan önce İngiliz sömürgeciliğinin kökeninde yatan fikirleri anlamak gerekir. Bunun için de mülkiyet haklarının fikir babalarından olan John Locke’un sömürgecilik hakkındaki görüşlerinden, daha da önemlisi bu fikirlerin devam eden etkisinin Mabo davasını yerlilerin zaferi olmaktan çıkarıp sömürge düzenini nasıl körüklediğinden bahsetmeliyiz. John Locke merkantilizm (ihracatın teşvik edilmesi ve değerli madenlerin ülke içinde tutulması) anlayışını benimsemiş bir 17. yüzyıl İngiliz düşünür ve devlet adamıydı.[2] Locke’a göre, Tanrı dünyayı “çalışkan ve akılcı” insanlara vermiş ve insanlardan dünyayı işlemesini istemişti. Bu anlayış, özetlemek gerekirse, toprağa emeğini katan her insanın o toprağı mülkiyetine geçirmiş olduğunu savunur. Fakat Locke bu emeği her halk için eşit tanımlamamıştır. Mesela yazılarında sürekli bahsettiği Amerika’nın avcı-toplayıcı yerlileri toprağı ekip biçmemiştir ve geri kalmışlıklarının sebebi de topraktan verim almayı bilmemeleridir. John Locke tarımı uygarlaşmaya ve maddi refaha o kadar eş görmektedir ki Devonshire’daki on hektarlık tarım arazisi, kendisinin gözünde Amerika’da işlenmemiş hâlde uzanan bin hektarlık araziden daha değerlidir.[3] Locke, yeni keşfedilen kara parçalarını fethetmeye karşı olmakla birlikte, kendi anlayışına göre “kullanılmayan” toprağın beyazlarca alınıp işlenmesini Tanrı’nın planı olarak görüyordu.[4] Bu anlayış, Avustralya’nın kolonileştirilmesi sırasında yerlilerin işlemediği toprağın “terra nulius”, yani kimsenin olmayan, yerleşilmesinde ve kaynaklarının sömürülmesinde sakınca olmayan boş kara parçası olarak görülmesine katkı sağlamış, 1889 yılında Cooper v Stuart davasında terra nulius’un anlamı mahkemece resmî olarak “üzerinde yaşayan halkın yasal olarak önemsiz olduğu toprak parçası” olarak genişletilmiştir.[5] Bu, vahşi yerliler anlayışının, ırksal olarak beyazlara göre aşağı olmanın yanında, mülk ve toprak ilişkileriyle de alakalı olduğunu göstermektedir.
Mabo davasını bir başarıdan ziyade bu fikirlerin devam ettirilmesi olarak görmem de bunun içindir: Mabo davasını kazanan Murray adası yerlileri Avrupalılarla ilk temaslarından önce John Locke’un tarımsal idealine uyacak ilkel bir tarım sistemi kurduklarını ve bu sisteme sömürgeleştirmeden sonra bile bağlı kalmayı başardıklarını ispatlayarak kendi topraklarının “yerli sahipleri” unvanını alabilmişlerdir. Davanın kazanılmasındaki en önemli faktör mahkemenin Murray adasının 1 Ağustos 1879’da Queensland kolonisine katılmasının hukuksuz olduğuna karar vermesiydi. Adalardaki oturmuş düzen terra nulius argümanını geçersiz kılıyordu. Topraklar terra nulius olmadığı için de yerlilerin toprak üzerindeki hakları kendilerine haber bile verilmeden Queensland kolonisi tarafından Kraliçe Victoria’nın maiyetine geçirilmiş oluyordu. Mahkeme, yıllar süren ve iki davacının sonunu görmeye ömrünün yetmediği davanın sonunda Meriam yerlilerinin, topraklarıyla devam eden bağlantıları sebebiyle Murray adasının sahipleri olduğuna karar verdi. Bu karar ve davanın coşkusu hâlâ devam ederken yerlilere toprak hakkı bahşeden Native Title Act 1993, her ne kadar tarihî olarak addedilse de Mabo örneği ve yasa, Avustralya’nın yerlilerine pek yarar sağlayamamıştır.
Yerli unvana sahip olmak, yıllar sürebilecek pahalı yasal işlemler gerektirmekte ve bu süreç yerlilerin birçoğunun bıkıp konuya olan ilgisini kaybetmesine sebep olmaktadır. 1994’te yasal sahip unvanına sahip olmak için başvuran ilk grup olan Yorta Yorta halkının davası 2006’da sonuçlanmış ve davalarında kendilerine yardımcı olmak için ayrılan devlet fonlarının çoğu yasal süreçte avukatlara akıtılmıştır.[6] Durumun vahameti hakkında Avustralya yerlisi Avukat Michael Anderson, yerlilerin MABO’yu “Money Available, Barristers Only” (Para Var, Sadece Avukatlar) cümlesinin kısaltması olarak kullanıp durumun trajedisiyle dalga geçtiğini söylemiştir.[7] Bunun sebebiyse yerlilerin bu davaların lehlerinde sonuçlanması için üzerinde yaşadıkları toprağa Avrupalılar gelmeden de sahip olduklarını değerlendirilmesi pahalı ve zahmetli olan bağlantı raporları ile kanıtlamaları gerekmesidir. Fakat bu koşullar bile kendi içlerinde yerliler için sorun teşkil etmektedir. Sömürgeleştirilme sırasında İngiliz köle tacirlerinden ve soykırımcılardan kaçan pek çok yerli halk ata topraklarından farklı yerlere yerleşmiştir. Üstelik yüzyıllar önce yaşadıkları topraklarda kalmak yerliler için kent hayatından ve herhangi bir iş olanağından uzakta kalmak demekti. Yeni Zelandalı Başyargıç Joe Williams’ın da dediği gibi bu yasadaki en büyük çelişki yerlilerin sömürgecilikten zarar görmediklerini ispatlamak zorunda olmalarıdır.[8] Yani Mabo davasının yarattığı örneğe göre, yerliler ancak soykırıma uğramamış ve yerlerinden edilmemişlerse bir çeşit tazminat hakları vardır.
Üstelik yerli unvana sahip olmak yerliler için kendi topraklarında söz sahipliği demek değildir. 2018’de Wangan ve Jagalingou halklarının davasından da görülebileceği üzere yerlilerin Native Title Act’ta belirtilen herhangi bir veto hakları yok. Eğer bir şirket yerli halkların yerleşim bölgelerinde maden aramak istiyorsa yerliler o şirketle masaya oturmalı ve altı ay boyunca maden şirketleriyle kullanım konusunda bir anlaşmaya varmalı. Altı ay sonunda konu mahkemeye gitmiş ve mahkeme maden sahiplerinden taraf olup yerlilerin toprak üzerindeki haklarını hiçe saymıştır.[9] 1993’te yerlilere verilen haklar onların toprağın sahipleri olduğunu kâğıt üzerinde kabullense de mülkiyet haklarının temelini oluşturan üçüncü şahısların mülklerine girmesini engelleme hakkı bile yerlilere tanınmamakta, bu da sistemin hala sömürgeciler lehine çalıştığını göstermektedir.
Avustralya yerlilerinin devam eden mücadelesinden yapılabilecek bana göre en önemli çıkarım, sömürgecilik sisteminden hâlâ çıkar sağlayan hükûmetlerle onların yasalarıyla savaşılamadığıdır. Mabo davasından ve Native Title Act’tan da anlaşılacağı üzere, sömürgeciler yıllar boyunca sömürdükleri halkların haklarını bile kendi keyfi yasaları ve ideolojileri üzerinden tanımlamakta ve kendilerince bu insanlara hiçbir işlevi olmayan, kağıt üstünde haklar bahşederek kamu nezdinde adlarını temizlemektedirler.
Referanslar
[1] Mabo v Queensland (No 2) (“Mabo case”) [1992] HCA; (23) 175 CLR 1 (3 June 1992)
[2] Encyclopaedia Britannica
[3] John Locke, Two Treatises of Government
[4] Trade, Plantations, and Property: John Locke and the Economic Defence of Colonialism, Barbara Arneil.
[5] Cooper v Stuart (1889) 14 App Cas 286
[6] ‘Native title gravy train’, Koori Mail 484 p.26
[7] ‘Australia’s Aborigines Launch a Bold Legal Push for Independence’, Ian Lloyd Neubauer, Time
[8] ‘Focus on change’, Koori Mail 428 p.13
[9] Killing Country (Part 5): Native Title Colonialism, Racism And Mining For Manufactured Consent, Morgan Brigg, newmatilda.com
Görsel için tıklayınız.