Soldan Kaçış, Sola Kaçış

Yaşanan ekonomik krizler ve özelleştirme politikalarının yarattığı etkiyle işsiz kalan milyonlarca insan, dünyanın dört bir yanında “geleceğimiz yok” diye haykıran gençler, Fransa’da sarı yelekliler, İspanya ve Yunanistan’da ortaya çıkan, “Demokrasi Hemen Şimdi!” çığlığıyla meydanları işgal eden Indignados ve Aganaktismenon (öfkeliler), Amerika’da ortaya çıkan Occupy (işgal et) hareketi, Standing’in “küreselleşmenin çocuğu“[1] olarak adlandırdığı prekarya, yaşamakta olduğumuz ekolojik kriz… Hepsi tek bir şeyin habercisi: Neoliberalizm çürüdü ve hızla çöküyor.

 

Neoliberalizmin hegemonyasına doğru giden süreci biraz geriye sararak anlatmakta fayda görüyorum. Büyük buhranla birlikte Keynesçi refah devlet anlayışının sermayenin hayatına devam etmesini sağlayacak şekilde iş gücünün yeniden üretimi için uyguladığı uzlaşmacı, işçilere sendikaların da aracılığıyla sosyal haklar, toplu sözleşme hakkı, istihdam güvencesi gibi birçok hak tanındı. Ücretsiz sağlık ve eğitim devletin sorumluluğu olarak tescillendi. Bu arada sınıflar arası eşitsizliğin büyümesi de kontrol altında tutuldu. 80’li yıllarla birlikte uygulanan neoliberal politikalarla kapitalist sistem hegemonyasını kısa sürede tekrardan kurmayı başardı. Küçük bir grup zenginle toplumun geri kalanı arasında inanılmaz bir uçurum yaratıldı ve oligarşik bir düzen tesis edildi. Sosyal ve ekonomik anlamda kazanılan haklara ağır darbeler vuruldu, artı değer oluşturmak için sadece emeği değil, doğayı da hunharca sömürdü. Emeğin ve emekçinin savunuculuğuna yapan sendikalar, meslek odaları gibi kuruluşlara deyim yerindeyse savaş açıldı. Sisteme uygun bir biçimde tekrar kurgulanan eğitim sistemi aracılığıyla ilk ve ortaöğretimde ideolojik kurs verilirken, yükseköğretim alanında ise önce sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına uygun ve yarını belirsiz meslekler türetildi. Ardından da bu alanlara teknik insanlar yetiştirilmeye başlandı.

 

Peki yapılan bunca sömürü, çalınan bunca hak, talan edilen doğa, ortaya çıkan oligarşik düzen, güvencesizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen milyonlarca insan… Tüm bunlara rağmen bu kadar yıldır bu neoliberal hegemonyanın oluşumuna nasıl göz yumuldu? Bugün bile yaratılan krizleri çözemeyen, tıkanmış bu sistemi neden hâlâ yıkamadık? Buna en kısa ve en güzel cevabı neoliberal politikaları hayata geçirmeyi başaran ve bu politikaların simgeleşmiş ismi olan Margaret Thatcher vermişti, hem de iktidarı en büyük rakipleri olan İşçi Partisine kaptırdıkları dönemde. Thatcher, kendisine yöneltilen en büyük kazanımının ne olduğu sorusuna karşı İşçi Partisinin uyguladığı ve uygulamayı taahhüt ettiği politikalardan yola çıkarak: “Blair ve Yeni İşçi Partisi. Rakiplerimizi fikirlerini değiştirmeye zorladık.” dedi.[2]

 

İşte bütün mesele buradaydı. Thatcher’ın İngiltere özelinde verdiği bu cevap aslında neoliberalizmin tüm dünyada yıllarca sürecek olan zaferinin sesi olmuştu. Sol partilerin merkeze doğru yaptıkları “soldan kaçış” ve “merkezde konsensüs”[2] yaklaşımı sadece politikayı teknokrat hâle getirmeye, politik program anlamında farkları ortadan kaldırarak insanları seçeneksiz bırakmaya yaradı.

 

Günümüzde aşırı sağın ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı, sürekli kendisine bir öteki üreten politikalarına rağmen yaptığı yükselişi de değerlendirirken analizi doğru yapmadığımız kanaatindeyim. İnsanların büyük çoğunluğu merkezde toplanıp neoliberal politikaların esiri hâline gelerek demokratik talepleri dikkate almayan veya çare üretemeyen, sosyal ve siyasal adalet taleplerine aldırış etmeyen siyasi oluşumlara sırtını birer birer dönüyor. Bu noktada da halkı dinleyen ve popülizm afyonunu da çok iyi kullanarak halkı anladığını iddia eden aşırı sağ oluşumların yükselişine şaşmamalı.

 

İçinden geçtiğimiz bu kriz ortamında sol ne merkezde olanları çaresizce seyrederek meydanı aşırı sağ partilere bırakabilir, ne günü geçiştirecek hamlelerle liberalizmin kendini tekrardan üretmesine izin vermelidir. Kitlelerin radikal demokratik açılımlar içeren bir sol programa ihtiyacı vardır. Bu program sadece klasik solun sınıfsal tabanını değil; çevrecilerden LGBT bireylere, feministlerden veganlara bu program -ister el emeğiyle üretsin, ister akıl gücüyle- tüm emekçi kesimi ve sistemi demokratik yollarla dönüştürmeyi hedefleyen herkesi kapsayabilmelidir.

 

Sosyalizm dediğimiz fikrin kökeninde özgürlük ve eşitlik talebi vardır, bu yüzden öfkelilerden, gençlere, güvencesizlerden, yoksullara, emekçilerden tutun da ezilen her kesimin “sola kaçış” yolculuğunu başlatacak ve attıkları sosyal ve siyasal adalet çığlığına verilecek en güzel cevap radikal demokratik açılımlar içeren sosyalist bir politik programda yatır.

 


 

Kaynakça

[1] Guy Standing, Prekarya, Yeni Tehlikeli Sınıf, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019

[2] Chantal Mouffe, Sol Popülizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s.44

 

Kapak görseli için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir