İltica

Kendimi bildim bileli hep bir yolculuk içerisinde hissettim ve buna kendimi zorladım.

 

Evim dediğim yer sanki hiç sabit değilmiş ve yaşamak için sürekli yabancılık hissettiğim yerlere iltica etmem gerekiyormuş gibi hissettim.

 

Bu kendi üstüme empoze ettiğim bir yolculuk olsa da köklerinin suyunu çektiği bir kaynak olsa gerek diye sorgulamaktan geçemiyorum.

 

Bu küçük adada hayal edebilene evi çok küçük, düşünebilene evindeki fırsatlar çok politik ve çalışmak isteyene de yollar çok dar görülüyor.

 

İnsanın evinde yetişmek istemesi kadar doğal bir şey olabilir mi? Bazıları farklı bir ülkede eğitim görmenin, dünya vatandaşı olmanın sağladığı katma değerden bahsedebilir tabii ki. Bunların size kazandırdıkları, kişisel gelişiminizi sürüklediği ve konfor alanınızdan çıkmanız için size fırsat sunduğu aşikârdır. Fakat bunların geçerliliği her geçen gün azalıyor; insanın derdi eğitim olduktan sonra yararlanamayacağı kaynak yok. Artık kitap bulmak için ne üniversitelere, ne kütüphanelere muhtaç, ne de derslerine çalışabilmek için mükemmel bir profesöre.

 

Yükseköğretime ayak bastığınızda zaten üniversite sizi kendi patikanızı çizmek için serbest bırakıyor, biz yine de iltica ediyoruz. Ben hayatım boyunca evimde rahat oldum; en verimli dönemlerim sabah kalktığımda ailemi gördüğüm, hafta sonu boş vaktim olduğunda Alsancak’ta veya Beşparmaklarda yürüyüşe gidebildiğim dönemlerim oldu. Yabancılık hissettiğim ortamlarda hep aklım İskele’deki boğaza, limandaki balıkçı teknelerine ve dalgaların sesine, Karpaz’daki kum tanelerine, Surlariçi’ndeki esnafa ve çeşitli hoş veya kötü kokulara, Lefkoşa’daki toz ve çamura rağmen (her ne kadar sövsem de) içimde bıraktığı “ev” hissine gider.

 

Yine de göç ettim eğitim için ve İngiliz Okulunda evimden yine sınırla ayrılmış 7 seneyi saymazsak, artık ikincisi oldu ama hislerim hiç değişmedi. Bu satırları yazarken evime duyduğum özlem beni içimden kemiriyor, ne pahasına diye sorduğumda yanıt bulamıyorum. Çalışıyorum, emek ediyorum, dünyada saygınlık kazanmış ve belli başlı listelere girmiş bir üniversitede olduğum için kendimi avutuyorum “Bak işte bu prestij, söz hakkı, dünyalı olmanın arayüzü.” diyerek. Bunların hepsinin ne kadar yanıltıcı, ne kadar palavra ve ne kadar anlamsız olduğunu insan deneyimleyerek görüyor. Herhangi bir kurumda okuyacağım kitap, önümdeki pilav değişmiyor ve yine de iltica etmeye zorluyorum kendimi bunu bile bile (bazı bilimlerdeki laboratuvar imkânlarını ve o bilime âşık insanları dışlamak istemem; onlara huysuz şapkamı çıkarıp selamımı havale ediyorum).

 

Neden peki? İnsan, hele ki benim gibi düşünenler de vardır belki, neden yabancılığa zorluyor kendini, evinin temellerini neden atamıyor? Doğduğu topraklara neden kenetlenemiyor?

 

Ülkemde soyluluk üzerine bir düzen kurulmuş, herkes bunun farkında. Daireler içerisinde partilerin kurduğu kast sistemlerinden tutun, sendikalardaki padişahlığa vurun. Birinin diğerinden hiç farkı yok, demokratik adlandırdığımız her seçim bir algı savaşı, Doğu Akdeniz Üniversitesindeki rektörlük seçimlerinin sonucunu sendikalar belirliyor, hangi mesleklerin kazançlı olduğunu, kimin liyakat sahibi olup olmadığını yine bu soyluluk süzgeçleri belirliyor. Bunu gördüğümde, devlet dairesinde de oturup padişahların yalakalığını yapmak, sendikalar içerisinden veya kendi soyumdan yükselmek istemiyorsam başka ne şansım var? Edeceksin iltica ve ümit edeceksin ki dışarıda kazandığın prestij sana evine döndüğünde sınır kapılarından geçiş imkânı sağlasın. Yoksa ne âlâ akademisyen olmak insanın evindeki kurumlarda, veya ne âlâ müdür olmak belli bir dairede; çok çalışsan da ezilip büzülüp küçülürsün padişahlığın hegemonyasının altında. Bu kurumlarda çalışan yakınınız varsa duymuşsunuzdur “Bu kadar sene çalıştı, hakkıdır.” gibi cümlelre. Ne performans değerlendirmesi ne de başka objektif bir süzgeç; sadece soy, nereye üye olduğu, kimi tanıdığı ve kimden nasıl destek alabileceğinden bahsedilir.

 

Kıb-Tek’te olanları gözlemliyor musunuz? ODTÜ KKK’li akademisyenler tarafından bir rapor yayınlıyor, sendika “Biz en iyisini biliriz.” diye çıkıp farklı bir şey söylüyor, siyaset iki büklüm ortada kalmış ne diyeceğini bilemiyor. Sonuç ne oluyor? Konuyla hiç alakası olmayan insanların evinde elektrik olmadığından çektiği hayli zorlukların görüntüsü. Fırsat bulmuşken kendi görüşümü de belirteyim: Enerji sektörü piyasalaştırılmalıdır. Bunu özelleştirmeyle karıştırmak isteyen ve o algıyı yaratanlar ülkesinin insanını savunacak diye ona maaşının üçte birini elektrik faturasına ödetiyor. Bu politika sadece Kıb-Tek çalışanını korur. Ülke vatandaşının menfaati Kıb-Tek çalışanlarınkinden orantısal olarak daha önemlidir.

 

Konumuza dönecek olursam, bazen anlamakta güçlük çekiyorum neden veya neyin savaşını verdiğimizin. Benim vermek istediğim savaş günün birinde çocuklarımın evinden iltica etme zorunluluğu hissetmemesi, evinde sahip olduğu imkânlardan gurur duyması. Çünkü biliyorum, kendim yaşadım uçağa binmek istemeyerek kalbim, sevdam, ayaklarım, parmaklarım, ruhum ve bütün bedenim evime tutunmak isterken onları başka kurumlardaki prestije iltica etmeye zorlamanın hissettirdiği öfke ve yabancılığı.

 

Yine uyanmıyoruz, uyanamıyoruz ve aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyoruz. Bunlar evrensel işçi hakları, bunlar evrensel demokratik süreçlerdir diyoruz ve biz bunları söylerken bir başka genç nasıl geleceğinde kazançlı olacak, ailesine sıcak bir yuva kuracak ve nasıl yargılanmadan düşünebilecek bu ülkede diyerek kaygı çekiyor.

 

Sosyal medyayı gözlemledik mi? Bir düşünce diğerinin hegemonyasına tehdit olduğunda çıkan şöleni veya sokakları gözlemledik mi? Cami yapılıyor veya başı bağlı öğretmenler var diye hissettiğimiz nefreti dinledik mi? Tolerans var mı içimizde yoksa yenik mi düştük üstümüze aşılanan kast sistemine? Demokrasi dediğimiz öge sadece sandıkta özgürlük mü?

 

Ben hiç özgür hissetmiyorum. İliklerime kadar evimde olmak ve o topraklarda anılar biriktirmek, sevdiklerimle beraber olmak, pazar günü kahve içerken Güzelyurt’ta olmak istiyorum. Kendimi evimde geliştirebilmek, orada okuyabilip bir yaşam edinebilmek ve evimde, ait olduğum yerde, aile kurup onlar için, ve kendim için, çok çalışırsam ahşap parkeleri olan, belki bir şöminesi olan ve kocaman kütüphanesi olan bir ev hayal etmek istiyorum. Çok mu bunları hayal etmek, kötü bir şey mi insanın çalışmak istemesi ve çalıştığında bunun karşılığını göreceğine güvenmek istemesi? Ne marka, ne başka bir şey, sadece evim demek istediğim topraklarda sıcak bir yuva ve bunu başarabileceğime güvenmek; yani o öz güven. Bu öz güveni gencine sağlayamayan bir sistemde nasıl özgürlük, nasıl demokrasi vardır?

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir