1953 yılında dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü yaptığı bir açıklamada Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne atıfta bulunarak İngiliz idaresinde bulunan Kıbrıs adası hakkında Türkiye hükûmetinin bir tasarrufunun bulunmadığını hatırlatır ve ekler: “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur.”
Her ne kadar (kâğıt üstünde bir kiralama sözleşmesi ile) fiiliyatta 1878 yılından itibaren Britanya İmparatorluğu kontrolünde olsa da Kıbrıs’ın resmen Britanya tarafından ilhak edilmesi Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından biridir. Birinci Dünya Savaşı ertesinde Britanya-Osmanlı arasındaki tartışmalı topraklar yasal olarak yürürlüğe girmeyen (ancak fiilen uygulanan) Sevr Antlaşması ile kararlaştırılmıştır. Hemen akabinde Türk galibiyeti ile sonuçlanan Kurtuluş Savaşı ertesinde bu sınırlar tekrar tartışılmış ve en nihayetinde Lozan Antlaşması ile bugünkü hâline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarının neredeyse tamamını belirleyen bu antlaşmanın yirminci maddesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1923 yılında Kıbrıs üzerindeki tüm iddiasından vazgeçmiş oldu.
Bu süreç adadaki Kıbrıslı Türk nüfusun büyük bir çoğunluğunun yeni kurulacak devlette yaşamak için Anadolu’ya göç etmesine sebep olmuştur. Aslında 1878 yılında başlayan süreç 1923 sonrası giderek hızlanmış, adadaki Kıbrıslı Türk varlığı gitgide azalmıştır. 1950’lere gelindiğinde adada Enosis isteği zirveye ulaşmış, Kıbrıslı Rumlar ile İngiliz yönetimi arasında giderek artan bir gerilim söz konusudur. Aynı anda Türkiye’de 1950 yılında Celâl Bayar ve Adnan Menderes liderliğinde Demokrat Parti iktidarı baş göstermiştir. Refik Koraltan ve Fuad Köprülü ile Bayar-Menderes ikilisinin Dörtlü Takrir sonrası Cumhuriyet Halk Partisinden ihraç edilmeleri sonrası başını çektiği grup Türkiye’de 1923 sonrası aralıksız devam eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarını sona erdirmiş ve çok daha farklı bir dış politika ile ilerlemeye başlamıştır. Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan Meclis Başkanı, Menderes Başbakan olurken Köprülü de Dışişleri Bakanı olmuştur. 1953 yılında DP’nin oluşturduğu 2. Menderes Hükûmeti sırasında Kıbrıs olayları hakkındaki görüşü üzerine Köprülü’nün sarf ettiği “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur.” sözü hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta geniş bir yankı bulmuştur.
Bu sırada Kıbrıslı Türklerin toplum liderleri gerek Türkiye’de gerek adada müthiş bir toplumsal mücadeleye girişmiştir. Özellikle Türkiye’nin NATO üyeliği ve Kore Savaşı sonrası güçlenen stratejik konumu sonrasında bölgede güçlü bir aktör oluşu aynı zamanda bir iç politika meselesi olan Kıbrıs meselesi ile birleşince Kıbrıs Türktür Cemiyeti gibi çevrelerin yardımıyla Demokrat Parti Kıbrıs meselesini bir millî mesele hâline getirmeye başlamıştır. 1955’te yaşanan İstanbul Pogromu gibi felaketlere Kıbrıs kulpu da takılmıştır. Yine Türkiye’nin aynı dönemdeki gücü, Türkiye’yi Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalanırken oldukça güçlü bir pozisyona sokmuştu. Ancak bu gücün arkasında yatan sebeplerin en büyüğü yıllardır adada yaşam mücadelesi veren Kıbrıslı Türkler olmuştur. Türkiye garanti hakları ile adada askerî alay bulundurma haklarını elde ederek 1959 sonrasında da bölgedeki stratejik gücünü arttırmıştır.
1960 Cumhuriyeti’nin yıkılması, 63-64 olayları, 67 krizi, 68 görüşmeleri derken 1974’e kadar adanın yüzde üçünde kantonlara sıkışmış bir Kıbrıslı Türk halkı vardır. Temel insan hakları noksan, devletten kopmuş bir hâlde yaşamakta olan ve sürekli göç veren toplumumuza umut veren en önemli husus garanti hakları olmuştur. Buna karşın 15 Temmuz 1974’e kadar gelen süreçte Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasını tesis etmek için bir müdahalede bulunmamıştır.
Yunanistan’ı yöneten askerî cunta 15 Temmuz sonrası adayı Yunanistan’a bağlamak için Makarios’a darbe yapınca Bülent Ecevit başkanlığındaki Cumhuriyet Halk Partisi ile Millî Selamet Partisi koalisyonu adaya askerî müdahale yapma kararı alır. Kurtuluş Savaşı sonrası belki de ilk kez Türkiye kamuoyu ulusal bir mesele etrafında birleşir. Koalisyon liderleri Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan, halkın gözünde kahramanlaşır. Kıbrıslı Türkler muhtemel bir soykırımdan kurtulur, Yunanistan’a demokrasi gider ancak sonrası özellikle Kıbrıslı Rumlar açısından pek de iyi olmaz.
Ve bugünkü düzen kurulmaya başlanır. Türkiye, “Kıbrıs diye bir mesele” olmamasından ulusal bir Kıbrıs meselesine geçiş yapar.
Bunun en büyük pay sahibi varoluş mücadelesini hiç bırakmayan ve hâlen sürdüren Kıbrıslı Türklerdir. Terk edilip, göçe zorlansalar dahi yurdunu bırakmayanlardır. Türk iş insanlarının ve halkının çokça faydasını gördüğü bu düzen aslında bu direniş sayesinde olmuştur. Bugün İsrail ile Avrupa arasından geçecek boru hatlarında Türkiye’nin söz sahibi olabilmesi Kıbrıs’taki gücünden kaynaklanmaktadır. Orta Doğu’da bir aktör olabilmesine Kıbrıs diye bir üsse sahip olması büyük katkı sağlamaktadır. Geçitkale’ye İHA ve SİHA üssü açılabilmesi, bu toplumun mücadelesinin bir ürünüdür.
Bugün Türkiye’nin Akdeniz’de uçak gemisi rolü oynayan bir müttefiki varsa o müttefikine teşekkür etmesi gerekir. Türkiye, Kıbrıslı Türklerin müttefik devleti olarak gördüğü faydaları unutmaması gerekir. Bugün Türkiye Akdeniz’de ve Orta Doğu’da alabildiği role en büyük katkıyı bir zamanlar meselesi olmayan Kıbrıs üzerinden elde ettiği pozisyonların yardımı ile ulaşmıştır.
Bu müttefikler yıllardır bazen yalnız, bazense birlikte mücadele etmektedirler. Bu iki müttefikin birbirlerini eşit görmesi ve sağlıklı bir al-ver ilişkisine girmesi şarttır. Bu birlikteliğin temel noktası minnet duygusu değil, ortak bir gelecek vizyonu olmalıdır. Unutulmamalıdır ki bugün eğer Türkiye buraya üsler kurup buradan maddi ve politik kazanımlar ve imtiyazlar elde edebiliyorsa, bunu yıllardır bu adada varoluş mücadelesi veren Kıbrıslı Türkler sayesinde almıştır.
Fotoğraf için tıklayınız.