Hiçlik Duvarı

Stefan Zweig’ın Satranç adlı kısa romanını okurken rastladım Hitler Almanyası’nda Gestapo’nun, Zweig’ın “hiçlik duvarı” olarak adlandırdığı işkence türüne. Gerçekten böyle korkunç bir işkence var mı bilmiyorum ama Kıbrıs’ın kuzeyinde bizim zihinlerimize ördüğümüz duvarları çağrıştırıyor bana. 

 

Zweig’ın entelektüel bir Yahudi olan Dr. B adlı karakterinin etrafına, para ve bilgi koparabilmek için Gestapo tarafından bir hiçlik duvarı örülür. Dr. B diğer Yahudiler gibi bir toplama kampına değil iyi ısıtılmış bir otel odasında yerleştirilir. Odanın, bir kapısı, bir yatağı, bir koltuğu, bir lavabosu ve yangın duvarına bakan parmaklıklı bir penceresi vardır. Ne konuşacak bir kimse, ne bir ses, ne yazmak için bir kalem ve kâğıt, ne de zamanı bilmesi için bir saat… Kısaca Dr. B sonsuz bir hiçliğin ortasına yerleştirildi, çünkü bilindiği üzere yeryüzünde insan ruhuna sonsuz bir hiçlik kadar baskı yapabilecek başka bir şey yoktur.

 

Peki Dr. B hiçlik duvarından nasıl mı kurtulur? Sorgu için beklediği sırada orada bulunan paltolardan birinin cebinden çaldığı bir “satranç” kitabıyla… Sonrasında kurtuluşun ümidi olur o kitap.

 

Bu muhteşem eseri bitirdikten sonra her zaman olduğu gibi bu eseri de Kıbrıs’ın kuzeyindeki toplumsal hâletiruhiye ile birlikte sorgulamaktan kendimi alıkoyamadım. Birilerinin veya güçlü ülkelerin etrafımıza bir hiçlik duvarı örmüş olma ihtimali var mı? Gerçekten toplum olarak yapacak hiçbir şeyimiz mi yok? Yoksa aslında Kıbrıs’ın kuzeyinde bizler kendi zihinlerimize mi bir hiçlik duvarı örüyoruz? 

 

“Bu ülkeden bir şey olmaz.” ile başlayan cümleleri duymak için uyandığımız şu günlerde, gençliğimizin heyecanıyla dillendirdiğimiz hayallerimize karşı “Yaptırmazlar be çocuklar” sinizminde[2] boğulurken geleceğe hiçlik duvarını aşıp bakmak pek de mümkün görünmüyor. Peki nasıl bakmalıyız? Dr. B’nin bir satranç kitabında bulduğu ümidi yakalamak için biz ne yapmalıyız? Belki de Tanıl Bora’nın 2018 yılında Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nda “Gün ağarırsa düne sığınılır.” deyişini hatırlayıp geçmişten bugüne doğru bakmalıyız. 

 

Bu adada yüzde on sekizlik bir azınlıktan nasıl siyaseten özne olan iki toplumdan biri hâline geldiğimizi hatırlayarak başlayabiliriz mesela. Düne kadar tek bir üretim aracına dahi sahip değilken turizm ve yükseköğretimde geldiğimiz noktayı, doğru planlamamız hâlinde ulaşabileceğimiz potansiyeli görebilmeliyiz ve daha birçok noktada toplum olarak elde ettiğimiz kazanımların, katettiğimiz onca yolun da farkına varmalıyız. Bu adanın kuzeyinde eksik veya hatalı yapılan her şeyin de aslında ürettiğimizin ve toplum olarak var olduğumuzun bir ispatı olduğunu da unutmamalıyız.

 

Hülasa, siyasetten ekonomiye “varolmak, kendini yeniden-üretmek demektir”.[3] Şimdi daha iyi görebiliriz aslında bu duvarın sadece toplum olarak zihinlerimize ördüğümüz bir duvar olduğunu. 

 


 

Kaynakça

[1] Zweig, S., Sert, G. (çev.). (2017). Satranç, Doğu Batı Yayınları: Ankara.

[2] Kızılyürek, N. (2018). Kayıp Özne, Yenidüzen Kitap, s.15.

[3] Althusser, L, Tümertekin, A (çev.). (2014). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. İthaki Yayınları: İstanbul, s.12.

 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir