Pembe Bulutlar, Filler ve Diplomalar

İktidarda hangi parti olursa olsun, karşılaşacağı ve yüzleşeceği, yıllardır şekil değiştirmeden duran fil, kamu maliyesidir.

 

Ne yazık ki herhangi bir partinin koalisyonlarda bu file karşı pek şansı da yoktur. Malum fil ise, bu durumdan yararlanarak değişim kanallarını ve olanaklarını tıkamıştır. Altından veya kenarından sıyrılabilen sulara bile üzerindeki çamurdan bulaştırmış ve varlığını hissettirmiştir.

 

File gelmeden önce bir de kamu sektöründe emeğe biçilen çarpık ve yanlış değerden bahsedelim. Ülkemizde hayli karmaşık bir sosyal güvence ve emek tanımlaması olduğunu düşünmekteyim. Ekonomik çıkmazımızı da büyük ölçüde emek ve sosyal güvence kanallarını tekrardan tanımlayarak aşabileceğimizi düşünmekteyim. 

 

Mevcut durumda ülkemizde emeğin karşılığı ve hakkı kamu sendikaları üzerinden aranıyor, çünkü “emek” yoğunluğu kamuda. Fakat burada “emeğe” biçilen değerin hayli çarpık olduğunu görmek için altındaki pazarlığın dinamiğine bakmamız yeterli olur. Öncelikle siyasi, oy talep ettiği “emekçileri” bir havuzda toplar, kendi havuzunda topladığı “emekçilerden” oylarını alır ve iktidar döneminde kendi havuzunu beslemesi gerekir. Yoksa su çektiği havuzu kurur ve iktidarından olur. İktidar havuzlarında yıkanan “emekçiler” de hâllerinden gayet memnundur, ne de olsa liyakatine bakılmamıştır, kadrolanmıştır ve gelecek vaadi verilmiştir kendisine. Aynada kendini görmemeye alışıp, yaptığı işin mukayesesini yapmadan ve yapmaya kalkanı sermayeci ilan ederek, dışlayarak kendi statükosunda yıkanmaya devam etmek hayli güzel ve huzurludur. İktidar değişse de başka alternatif havuzlar da vardır veya artık “kazanılmış” hakkı vardır sonuçta, kendi iktidardır. Büyük havuzda yerinin ayrıldığını bilir, havuzun varlığı ve kendi iktidarı bunun güvencesidir.

 

Bu döngüden öncelikle sancılı bir dönemden geçerek, kamu sistemini, devlet ve vatandaş arasındaki alışverişi daha görünür ve şeffaf yaparak çıkabiliriz. Bugünkü hâliyle sistemin içindeki, kazanılmış hak adı altındaki kara şemsiyeler, sistemi hayli karmaşık, paslı ve dönemeyen bir çark hâline sokmuştur. Burada önemli olan sistemi temizlemek, nerede tıkanıklık veya piyasa mantığıyla nerede üretim kısırlığı var ise, onunla doğrudan ilgilenmektir. Sendikalarla mevcut sistem üzerinden müzakere etmek, ne devletin ne de vatandaşın çıkarınadır.

 

Kemer sıkma (austerity) programlarının işlevselliği veya istenilirliği tabii ki objektif olarak tartışılabilecek bir konudur. Fakat tartışılamayacak olan konu ve -eminim ki halkımız buna hazırlanmadığından dolayı- tartışamadığımız konu, emeğin ve kapasitenin kamu çarkları içerisinde yanlış fiyatlandırıldığı ve bu fiyatlandırmanın büyük ölçüde yukarı yönlü olduğudur. Yani emek ve kapasiteye kamu içerisinde öz değerinden çok daha yüksek bir fiyat biçiliyor. Sendikalar da “işçi” haklarının şövalyeliğini yaptığını düşünerek devlet yönetimine yanlış fiyatlandırma politikasını sürdürmesi için siyasi sinyaller veriyor.

 

Sendika düşmanlığı kimsenin istediği bir şey değil, sonuçta demokrasilerin ve işlevsel/eşitlikçi/katılımcı piyasa ekonomilerinin en temel kurumlarındandırlar ve sermayenin tekelleşme yöneliminin önündeki dengeleyici kuvvet olarak gereklilikleri aşikârdır. Fakat sosyal adaletten bahsedeceksek, yollarımızda ölen insanların arkasından ağlarken, bu facialara sebebiyet veren israfların da hesabını sormalıyız. Nasıl ki devlet kurumuna faturayı kesmekten çekinmiyoruz, ayni yaklaşımla odadaki filleri daha iyi tespit edebilmeli ve faturayı başka nereye kesebileceğimizi de düşünmeliyiz. 

 

Neden yol yok? Seyrüsefer nereye gidiyor? Bunların cevabı zor mu gerçekten? Bilmiyor muyuz Kıbrıs Türkü’nün nereden gurur, nereden utanç duyması gerektiğini? Burada siyasete düşen görevin vatandaşı acı reçetelere hazırlamak olduğunu, vatandaşın görevinin ise nasıl bir ülkede yaşamak istediğinin sorgusunu yapmak olduğunu düşünmekteyim. İktidar havuzunda yıkanıp kendisine ayna tutmayan seçmen kendi statükosunu yaşatırken ülkesinin durumundan yakınmaktadır, esas ikiyüzlülük ise buradadır.

 

Dünya geneline baktığımızda emeğin kabaca iki farklı yaklaşımla fiyatlandırıldığını görürüz. Fiziksel işlerde emek zor olduğu ve az insanın o zor işe talebi olduğu için, saatine ve ortalama asgari ücretli çalışanına göre daha yüksek fiyatlandırıldığını gözlemleriz, fakat bu gibi işlerde kapasite gereksinimi daha az olduğu için türev emek fiyatının dengeli olduğu bir durum gözlemleriz. Fiziksel olmayan ve çalışma şartları daha kaliteli olan işlerde ise, işe olan talebin daha yüksek olduğunu ve mutabakat gereği kapasite gereksiniminin daha yüksek olduğunu gözlemleriz. Burada önünüze sürdüğüm döngü, en temel Marshallian piyasa pistonları olan arz ve talebin işleyişidir. Bu döngü çok basit olsa da (“insan” kavramını bir denkleme dökme pahasına) herkesin kolektif çıkarına olan bir beyin aritmetiği olduğunu düşünmekteyim. Neden?

 

Bu aritmetik sonrasında içsel sorgu yaparsak, bizim ülkemizde en temel piyasa pistonlarının bile işlemediğini anlarız. Ekonomi bilimini her perspektiften okuyup eleştirebilirsiniz, her politikayı da farklı bir ideolojiyle değerlendirebilirsiniz, fakat pistonları işlevsiz bir fabrikadan eleştirecek somut politika bile üretemezsiniz.

 

“Neden bu pistonlar işlemiyor ki?” sorusuna en basit cevap, “Nasıl işlesin ki?”dir. Bütün sendikalar, yani halk, farklı gelişmiş ülkelerde gördüğü ve öğrendiği hakları talep ederken o sistemlerin eleme yöntemlerini ve sosyal zenginlik hiyerarşisini sorgulamıyor. Evet doğrudur ki Norveç kapitalizmi, sosyalizm ve doğal kaynaklarından kazandığı zenginlikle ile evcilleştirmiştir fakat Norveç’te kamu çalışanı hangi standartlar altında işe alınıyor veya hangi şartlar altında işinde yükselebiliyor diye sorguluyor muyuz? Özel sektörün kamuya kıyasla boyutunu, veya kamu borcunu? Yoksa bu bahane, Ayşe Abla’mın oğlu kamuda klimada rahat olsun şahane. Evet sert duyuluyor ve öyledir fakat Ayşe Abla’nın oğlunun rahatından bir devletin yaşatılması ve tekabülünde devletin bütün çocuklarına gülümseyebilmesi çok daha önemlidir.

 

İktidarlar her zaman talep edilen siyaseti üretir. Talep edilen siyasetin üzerine istediğimiz kadar kaptığımız şemsiyelerle yürüyelim, kendi kısırlığımıza ve çelişkilerimize istediğimiz kadar kör kalalım fakat bu düğüm halk, yani biz, bazı acı reçeteleri kabullenmeden değişmeyecektir. 

 

Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz? Azınlık ve çoğunluk arasındaki, ortalamaların yüzdüğü geniş bir dere gibi bir ülkede mi? Veya kendi kabile havuzlarımızın iştahlarının bazen karşılandığı bazen karşılanamadığı, ve karşılanmadığında iktidarları kükreyerek değiştirdiğimiz bir sistemde mi? Yoksa herkesin asgari ve kolektif altyapı ihtiyaçlarının her zaman en iyi derecede karşılandığı, çok ihtiyaçlının her zaman gidecek bir devleti olan, ve kendini geliştirmek isteyene de her zaman yükselebilecek bir merdiven uzatan bir sistemde mi? Bunlar zor değil, sadece kamu ve devlet biberonunu reddetmemizi gerektiren şeylerdir. Biz kaç yaşında olduk, hâlâ daha ayni biberon için ağlıyoruz. Özel sektörü öcüleştiriyor, sermayeyi de şeytanlaştırıyoruz. Kolektif bir gelecek kurgulayamıyoruz. 

 

Hâlâ daha piyasaları sol ve sağ polemiğiyle, sendikacı veya sermayeci ayrımı üzerinden mi yorumlayacağız? Arkadan da “keşke memur olsam” diye düşünerek şemsiyelerimizi kapıp başka pembe bir bulutu gün batımına kadar sürecek miyiz? Sonuçta gün doğar ve beklediğimiz durağa, farklı renklere bürünmüş bir bulut gelir. 

 

Gerek özel sektörde çalışalım, gerek kamuda, vatandaş kimliğimizle devletimizden talep edeceklerimiz üç aşağı beş yukarı aynıdır. Hizmet, refah ve gelecek. Sabırsızlığımız ve tüketim arsızlığımız ise bunun önündeki en büyük engeldir. İktidar ve seçilmişlerin de “kemer sıkma” korkuları ve bunu uygulamama takıntıları halkımıza yapılan en büyük zararlardandır. Ertelediğimiz her daralma yarın bize daha kötü bir daralmayla geri dönecek veya ertelediğimiz daralmaları irademizi biraz daha satarak ekarte edeceğiz. 

 

Yok mu tek bir seçilmiş halkını kaçınılmaz olana hazırlamaya ve bize doğruları söylemeye gönüllü olan? Yok mu ekonomi ve kemer sıkma önlemlerinden anlayan bir lider? Yoksa yatırım ihtiyaçlarımızı, dışarıya irademizi satarak, takas etmek çok daha mı kolay? Sonuçta kendi havuzunda yıkanıp uyuyan halk hâlinden orta derecede memnun, memleket statükosu kendi statükosuna çok batmadığı sürece tabii ki. Bunu sürdürmek çok da zor olmasa gerek. 

 

Dörtlü koalisyon döneminde pek bir şey değişemeyeceği belliydi, zaten sürdürülebilir ekonomi ve mali dengeyi öncelik yapan bir Başbakan veya Maliye Bakanı yoktu. HP kanadından bir parti meclisi üyesi olarak partime temiz siyaset ve yolsuzlukların üzerine gitme konusunda o dönemde güvendim, fakat içimde mali konuları da her zaman aynı öncelikle değerlendirdim. Dörtlü bozulsun mu bozulmasın mı tartışmalarında da mali konulara karşı olan özel ilgimden dolayı bir karar verdim ve ikiliyle ilgili fikrimi değiştirdim. Güvendiğim Sayın Ersin Tatar’ın Cambridge ekonomi diploması oldu. Meslektaşım, liyakatine güvendiğim Ersin Bey beni ve ikili koalisyon oyuna verdiğim “evet” oyunu hayal kırıklığına uğratmıştır. Mesleğinize hiç mi saygınız yoktur? Yoksa siz de ertelediğiniz her kemer sıkma önleminin geleceğimizden ne kadar çaldığının farkında değil misiniz?

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir