Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Bir solukta hemencecik bitirilebilen oldukça kısa bir roman. Stefan Zweig, bu romanın her satırında aşk kavramını okuyucuya sorgulatıyor, inceletiyor.

 

İsminden de anlaşılabileceği üzere romanın neredeyse tamamı, mektubun alıcısı olan adamın kaderinden bir rüzgâr gibi defalarca geçse de havaya karışmış, unutulmuş, hiç hatırlanmamış ve tanınmamış bir kadın tarafından yazılmıştır.

 

Kitabın her sayfasında kadının davranışlarını ve hareketlerini sorgulayıp, kendimce bir kanıya varmak için uğraşmadım desem yalan olur. Kelimelerin arasında, satırların her köşesinde ve kenarında sorguladım. Her sayfada istemsizce kadının psikolojik bir rahatsızlığı olduğunu kanıtlayan deliller aradım zira bu bağlılığın sadece psikolojik bir sıkıntıyla açıklanabileceğine inanıyordum.

 

Bahsi geçen kadın daha 3 yaşındayken annesiyle birlikte Viyana’da oturdukları dairenin karşısındaki eve biri taşınır. Adam daha eve gelmeden eve gelen kitaplar küçük kızın ilk ilgisini çeken nokta olmuştur. “Bu kadar kitabı okumuş bir adam kim olabilir?” diye düşünmeye başlar ve bu olayın gizliliğine delilerce ilgi duyar. Düşünce dünyasını bu adamın nasıl biri olabileceğini üzerine yeniden şekillenmiştir.

 

Kitaplarından sonra eve adımını atan adam kitapları kadar gözüne güzel gelmiştir minik kızın, oldukça etkilenir. Aynı küçükken “âşık olduğumuz” abilerimiz gibi, küçük kız da bu adama âşık olur. Hiçbir şey beklemez ondan hayallerini süslemesi dışında. Fakat bu, küçük bir kız çocuğunun ondan büyük bir erkeğe duyduğu ilgi gibi geçici ve anlamsız değildir.

 

Küçük kız büyüdükçe, vücudu ve ruhu daha da olgunlaştıkça, içindeki sevgi de onunla birlikte büyür, olgunlaşır. Belki de bunun sebebi baba figürünün evin içinde olmamasıdır. Babasına duyamadığı sevgiyi duyabileceği ilk adama karşı duyguları yoğunlaşmıştır.

 

Yıllarca bu adamın eve giriş çıkışlarını anahtar deliğinden seyretmiş, onunla iletişim kurmaktan kaçınmıştır kız. Ona olan aşkını tek başına yaşamış, ona hiçbir zaman fark ettirmemiştir. Fakat kız 15 yaşına geldiğinde annesi bir adamla evlenmek ister, bu nedenle de Viyana’dan taşınmaları gerekmektedir. Genç kız bunu duyduğu anda hayata küser fakat olayların akışını değiştirecek güçte değildir, nihayetinde 1 sene sonra sevdiği adamın yan apartmanından kilometrelerce öteye taşınır. Giderken yanında sadece valizlerini değil, bu adamla kurduğu düşleri de götürür.

 

Bilahare 2 sene boyunca hiçbir şekilde kimseyle konuşmamış ve kendini sosyal hayattan soyutlamış kız, âşık olduğu adamın yanında olmadığı sürece kendine mutlu olmayı çok görür. Kendini bile isteye kapatır, mutlu olmayı bir suç bilir.

 

2 senenin sonunda ise kendi parasını kazanmak istediğini dile getirerek Viyana’ya geri dönmek adına üvey babasını ikna eder ve Viyana’da bir işe başlar. Her gece, iş çıkışı adamın evinin bulunduğu apartmanın önüne gider ve bekler. Birçok kez adamla karşılaşmasına karşın, adam onu asla tanımaz, fark etmez. Fark ettiği ilk gün ise genç kadını ilk önce yemeğe, daha sonra evine davet eder. Genç kadın hiç el değmemiş teniyle sarılmış bedenini yıllardır aşk beslediğini düşündüğü bu adama vermeye hazırdır. Apartmanına o daha 3 yaşındayken tanıştığı ve âşık olduğu adama, vücudunu o gece hediye eder. Sabahına adam kadına bir beyaz gül verir, sarılırlar ve ardından kadın işe gitmek üzere yola çıkar. 2 gece daha birlikte olurlar ve sonra adam “İş seyahatine çıkıyorum, gelince sana mutlaka yazacağım.” diyerek kadına veda eder, geldikten sonra ise haber dahi etmez.

 

Kadın bunları bilir, görür ama asla adama kızamaz. Çünkü bilir, sevdiği adam özgürlüğüne derinden bağlıdır ve genç kadınlarla oyun oynamayı sever. Genç kadın buna rağmen sevmiştir adamı, her huyuna saygı duyar ve onu öyle kabul eder.

 

Bu üç geceden birinde kadın hamile kalır. Karnında taşıdığı bebek ise bu adamdan başkasına ait olamaz zira kadının sahip olduğu bedene sadece bu adam dokunmuştur. Haber vermez, tek başına doğurur oğlunu. Asla söylemez adama artık ondan bir evlada sahip olduğunu çünkü adam çocuğu aldırmasını talep edebilir (ki kadın asla âşık olduğu adamın sözünden çıkamaz) veya bir an olsun kadına inanmayıp kadına nefret duyabilirdi.

 

Ne sevdiği adam tarafından ufacık da olsa nefret edilmeyi, ne de âşık olduğu adamın kendisine vermiş olduğu hediyeyi aldırmayı göze alamazdı.

 

“O çocuk benim için her şey demekti, çünkü sendendi, ikinci Sen’di, ama aynı zamanda artık Sen değildi, yani o mutlu, o kaygısız, elimde tutmayı başaramadığım Sen değildi, onun yerine her zaman için bana verilmiş olan Sen’di, bedenimin mahpusuydu, hayatıma sımsıkı bağlıydı.”

 

Çocuğunu paşalar gibi büyüttü kadın. Bunun için gerekli olan maddi gücü ise vücudunu satarak, sevgililerinden elde etti. Çünkü vücudunun sahibi adam artık vücuduyla ilgilenmiyorsaydı, bu yapmaması için herhangi bir sebebi yoktu.

 

Daha sonra bir gece yine karşılaştılar, seviştiler. Geçen seferki gibi tanımadığı kadına bu sefer beyaz bir gül değil, gecenin ücretini bahşetti adam. Onur kırıcı olan bu davranışlara karşın kadın bir kere bile ağzını açıp kötü laf söylemedi âşık olduğu adama.

 

Kadının hikâyesinin en sonunda ise çocuğu ölmüştü. Cansız bedeni yatakta yatan oğlunu bırakıp hayatını adadığı adama bir mektup yazıp kendi hayatına da son verdi kadın.

 

Stefan Zweig bu romanı, Freud öncesinde ve sonrasında, aklını doldurduğu psikolojik bilgilerin ona tuttuğu ışıkla yazdı. Bu inanılmaz aşk hikâyesini okurken bir tarafım masalsı yanına hayranlık besledi, diğer tarafım ise her cümleyi sorguladı.

 

Bir insanın doğru düzgün tanımadığı, ona hiç değer vermeyen hatta onu tanımayan bir adama hayatını adaması ne kadar doğru ve ne kadar saygı duyulası?

 

Roman boyunca kadının adamı tanrılaştırdığını fark ettim. Adam ne yaparsa yapsın, kadına nasıl davranırsa davransın hep affediliyordu ve hep seviliyordu. Şaşırtıcı bir nokta ise bunlara rağmen kadının Tanrı’yı sevmemesiydi.

 

Kadının adama duyduğu duyguya saplantı mı desem, bağlılık mı desem hiç emin olamadım. Lakin karşısındaki insana hem saplantılıydı, hem bağlıydı, hem de oldukça saygılıydı. Ortalama birçok ilişkide oldukça rastladığımız gibi bencilce sevmedi onu. Onu üzecek her hareketten kaçacak kadar ona saygı duyarken, kendini zor duruma koyacak tüm davranışları gösterecek kadar da öz saygıdan yoksundu.

 

Anlamının arayışında olduğumuz “aşk” üzerine yazılmış çok güzel bir kısa romandı.

 

Peki sizce aşk nedir? Sizce aşık olmak için öz saygıdan yoksun olmak mı gerekir?

 

Yoksa zaten aşk birbirinize saygı duyup ilgi duyduğunuz insanda mıdır?

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir