Sanat ve Bilimin Kuantum Dolanıklığı

İdrak etmekte güçlük çektiğimiz, gerginliğin ve gelecek kaygısının bilincimizi sarmış olduğu bu dönemlerde, insanlığın en çok ihtiyacı olan belki de sanat ve bilimin sembiyotik buluşmasıdır.

 

1990’larda baş gösteren, “sci-art” adlı konsept sanat ve bilim arasında disiplinlerarası diyalog açıp, iki disiplinin birbiriyle etkileşim ve uzlaşmalarını limitleyen kavramları kırmaya çalışmaktadır. Bu bahsettiğim ortadan kalkması için uğraşılan limitler sanatın duygusal, irrasyonel, subjektif ve ilham mistisizmiyle ortaya çıkan olarak, bilimin de rasyonel ve objektif olarak görülmesine tekabül eder. Bu zıtlaşmış nitelikler Yunan mitolojisinin Apollon ve Dionysos figürlerinde yüz bulmuştur. Güneş tanrısı Apollon kontrollü ve rasyonel düşünce gücünü temsil ederken, şarap tanrısı Dionysos haz ve seks gibi rasyonel kavramların dışındaki içgüdüleri sembolize etmiştir. Fakat antik ilkelere dayanan ve sanat/bilim ayrışımında da görülen bu zıt kutuplar, bizi bilimin Dionysosçu ve sanatın Apolloncu değerleri taşıdığı anları görmekten alıkoyuyor. Aslında Apollon ve Dionysos, Zeus’un babalık yaptığı iki kardeş. Bir başka deyişle, biri düşünceyi diğeri ise sansasyonu temsil eden bu iki tanrı, aslında aynı çekirdekten doğmuş.

 

Sanatı ve bilimi üretimlerine entegre edebilmiş olan en bilindik örnek Leonardo da Vinci’dir. Sanatsal yaratıcılığı onu bilimsel ve mühendislik inovasyonlarına sürüklemiştir. Aynı sekilde, bilimsel ihtisasının sanatsal üretimlerinde, özellikle anatomik çizimlerinde, baş gösterdiğini görebiliyoruz. Bir nevi sanatı biliminin içinde, bilimi de sanatının içinde. Buna bir diğer örnekse Alexander Fleming’in detaya olan hassasiyetinin penisilinin keşfedilmesinde oynadığı roldür. Deneylerini yaparken bir ay yıkamamış olduğu kültür kaplarında oluşan küfün çevresinde bakteri büyümemesi dikkatini çekmişti. Bakterinin çoğalmasını engelleyen küfün içerisinde olan penisilin olarak adlandırdığı maddeyi ayırıp antibiyotiğin keşfine imza atmıştır. Ayrıca Fleming’in sanata karşı olan özverisi bu kültür kaplarının içinde farklı mikrop türleriyle yarattığı resimlerde de görülmektedir.

Sanatı çağrıştıran detaycılık -detaydan ilham almak- bir ayrıntının (küf bile olsa) potansiyelleri hakkında yaratıcı düşünmek, aslında bilimde de mevcuttur. Aynı şekilde bilimi çağrıştıran kontrollü araştırma ve deney odaklı üretim, her eserin düşünülmesinden başlayan, soyutluktan fiziksel somutluğa dönüştürülmesi sürecinde gözlemlenebilir. Dionysosçu karakteristik olan “içgüdülerine güvenerek hareket etmek” olmasaydı, belki de Fleming milyonlarca hayat kurtaracak olan o küfü düşünmeden yıkayıp geçebilirdi; Da Vinci’nin Apolloncu rasyonel ve tekniksel kabiliyeti olmasaydı sanatsal eserleri belki de bu kadar anatomik ve fiziki gerçekliğe yakın olmayacaktı.

 

Günümüzde yaratılan sci-art projeleri genellikle sanatçının laboratuvarda bilim insanlarıyla çalışmasıyla veya bilim insanının atölyede sanatçıyla çalışmasıyla başlayıp, genellikle bilimin ve sanatın geleneklerini, regülasyonlarını ve sınırlarını sorgulamakta. Bunlardan en popüler örnek, “bio-art” olarak da adlanırabilecek olan (spesifik olarak biyoloji ve sanatın karışımı), floresan olması için genetiğiyle oynanmış Eduardo Kac’ın “Alba” adlı tavşanı:

Hem evcil hayvan hem de laboratuvar deneği olarak gördüğümüz bir hayvan türüyle çalışıp, sanatçı etik kavramlarımızın çifte standartlarını ortaya çıkarmaktadır. Bu proje hayvan istismarı lensinden bakıldığında birçok eleştiri almıştır. Bilimin kapalı kapılar ardında yaptığı hayvan üzerinde deneyleri sanat yapıp gözümüzün önüne getirdiğinde, bu bizi neden bilimin sessiz testlerinden daha çok rahatsız ediyor? Alba böyle soruları doğurarak sanat ve bilimden beklentilerimiz, ne yapmaları ve ne yapmamaları gerektiği hakkında olan pusulamızın döngüsünü sorgulamakta.

 

Bir çok sci-art araştırmaları ve üretimleri sanat ve bilime empoze edilen en belirgin kalıbı, subjektif/objektif ayrımını, ortaya çıkarmak için uğraşmaktadır. Sanat insanın en içten ve kişisel yerinden geldiği için subjektif tanımının zirvesi olarak görülmekte ve bu kavramda bir hakikat payı vardır. Fakat bilimin bunun tersi oluşu ve tamamen objektif gerçekliğe dayalı olarak görülmesi, yani insan subjektivitesini kapsamaması, hakkında düşünmemiz gerekmektedir. Bilim, doğal dünya ve evrende olan bilgiyi inceleyip, pozitivist bir şekilde kayıt altına aldığı düşünüldüğü için sosyal çerçeveden uzak görülmekte. Her ne kadar bilimin savunduğunu sorgusuz sualsiz “gerçeklik” olarak kabul etmek kolay olsa da, bilimin de yaratıcılarının insan olduğunu ve dolasıyla fen tarihindeki bulguların subjektiviteyle kodlanmış olabileceğini kendimize hatırlatmalıyız. Bir başka deyişle sanat kadar bilim de tarihten ve sosyolojiden etkilenmekte; ondan ayrı işlev gören bir doğrultu değil. Mesela, Batı tıbbının asırlarca objektif doğruluk olarak kabul ettiği, kadınları etkileyen histeri hastalığının ve tedavisinin şu anda asılsız olduğunu görebiliyoruz. 19. yüzyılda bu sözde nörolojik hastalığın teşhisi konulan kişiler (çoğunlukla kadınlar) yatak istirahatına tabi tutulup herhangi bir entelektüel uyarıcıdan mahrum tutulmaktaydılar. Cinsiyet ayrımcılığının standartlaştırılmış olduğu bir zamanda, beklenen düzgülerin dışında olan kadınları “histerik” olarak tanımlamak ve tedavi uğruna ev hapsine kapayıp onları sessiz kılmak ataerkil toplum için durumları kolaylaştıran bir sorun/çözüm denklemi yaratmıştır. Bu noktadan da görülebileceği gibi bilim de toplumun inançsal altyapısıyla ister istemez etkileşim geçirmekte. Sanatın tarihini göz önünde bulundurduğumuz kadar bilimin de tarihi olduğunu unutmayıp, bilimin altında yatan subjektiviteleri olabildiğince objektif bir şekilde sorgularsak bilimsel keşiflere daha bütünsel bir açıdan bakabiliriz.

 

Günümüze gelecek olursak, bilim ve sanatın beraber çalışmalarını gerektiren acil sorular ve sorunlar var. Pandemi şartlarında bize sonucu -tedaviyi- verebilecek olan bilim insanlarının emekleri olsa da, bu süreci sanatsız atlatamayız. Bu yaşadıklarımızı anlamamızı, ruhani ve duygusal olarak iyileşmemizi sanat sağlıyor ve sonuçtan sonra da sağlayacaktır. Havaalanlarının morga dönüştürüldüğü bir zamanda, vücutlarla doluşan terminallerin istatistikleri bilimin alanıyken, bu durumun distopyasını ve geride bıraktığı vücutların anılarını ve acılarını düşünmek sanatçıya düşer.

 

Özet olarak, sanat ve bilimin merak diye adlandırılan aynı kaynaktan ortaya çıktığını unutmamalıyız. Bu iki disiplininin birbiriyle olan etkileşimini en güzel açıklayabilecek olan benzetme “kuantum dolanması” adlı fiziksel teori olabilir. Bu fenomen iki veya daha fazla evrenin en küçük temel parçacıklarının birbiriyle dolaşık olma durumunu anlatıyor. Evrenin zıt uçlarında olsalar bile, hâlâ korelasyon içinde olduklarından dolayı bir parçacığın dışarı ile yaşadığı etkileşimler diğer parçacığın da anında etkilenmesini sağlıyor. Bu açıdan sanat ve bilimi dolaşık parçacıklar olarak görürsek, dışarıdan etki eden sosyal ve tarihsel faktörler, birini etkiliyorsa diğerini de aynı derecede etkileyecektir. Çözümü berrak olmayan küresel durumlarla karşı karşıyayken, dış etkilerin bu kadar şiddetli olduğu bir zamanda, distopik gelecekleri önlemek için sanat, bilim ve insanoğlunun ütopik bir birliktelik içinde olması gerekmektedir.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir