Savaşlar ve ihtilaller gibi büyük tarihî fenomenler dünya düzenini birçok kez şekillendirmiştir. İki küresel savaş, “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu” süper güç olmaktan çıkardı, ancak iki diğer süper gücün de yükselişine sebep oldu. Bolşevik İhtilali’nden sonra iç savaş ve ekonomik problemlerle meşgul olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kolektivist ideolojiyi Avrupa’nın yarısına ulaştırmayı başardı ve Avrasya’nın büyük bir bölümünü himayesi altına aldı. ABD ise süper güç olmaya yatkın bir ülke olmasına rağmen I. Dünya Savaşı’ndan sonra izolasyon politikasına geri döndü, ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD barışı sağlamak için dünya sahnesinde daha aktif bir rol oynamaya başladı.
İki süper güç yıllar boyu birçok farklı alanda yarıştılar ve birçok kere ise savaşın eşiğine geldiler. 1980’li yılların sonunda Sovyetler Birliği’nin ekonomisinde ciddi sorunlar vardı ve Gorbaçov’un uyguladığı Glasnost ve Perestroyka politikaları, ekonomiyi canlandırmak veya devlet işlerine şeffaflık getirmekten ziyade Sovyetler Birliği’nin sonunu getirdi. Birçok siyaset bilimci ve tarihçi Sovyetler Birliği’nin yıkılışını sosyalist ideolojinin çöküşü ve liberalizmin zaferi olarak değerlendirdi. Böylece, tek süper güç kalan ABD ise liberal dünya düzenini kuracak meşruluğa sahipti.
Liberal dünya düzeni hakkında derin analizlere girmeden önce, liberal dünya düzeninin temel prensiplerini özetlemek isterim. Liberal dünya düzeninin temel prensipleri serbest ticaret, temsilî demokrasi, insan hakları, seyahat hakkı, çok taraflılık (multilateralism) ve ekonomik liberalizmdir. SSCB’nin yıkılışı ile eski Sovyet ülkelerinin NATO veya Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara katılmaya sıcak bakması, dünyada gerçekleşen demokratikleşme hareketleri, Rusya’da IMF yardımıyla serbest ekonomiye adım atma çalışmaları, Çin’in ve Hindistan’ın ekonomilerini dünyaya açmaları, 21. yüzyılda liberal dünya düzeninin hüküm süreceğini işaret ediyordu.
21. yüzyılın başlangıcından itibaren, göze çarpan bir gelişme, başını Çin’in çektiği BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) grubunun dünya sahnesinde emin adımlarla çıkmasıydı. 1978’den itibaren uyguladığı serbest piyasa reformlarıyla ekonomisini dünyaya açan Çin Halk Cumhuriyeti, 600 milyon vatandaşını yoksulluktan kurtardı, altyapıya büyük yatırımlar yaptı. Çin’in yatırımları sadece ülke içinde kalmadı, “21. yüzyılın İpek Yolu” olarak nitelendirilen 2013’de başlatılan, 3 kıta ve 70 ülkeye ulaşacak Bir Kuşak Bir Yol projesi ile dünya ticaretinin artırılması amaçlandı. Afrika ülkelerine maddi ve altyapı yardımı yapan Çin’in Afrika ülkelerine Dünya Bankasından daha çok borç vermesi liberal dünya düzenine ve bu düzenin uluslararası kuruluşlarına bir alternatif oluşturma potansiyelini gözler önüne serdi.
Bunun dışında askerî güç alanında büyük gelişmelere imza atan Çin, en büyük orduya sahip olmasının getirdiği öz güvenle Güney Çin Denizi’nin kendine ait olduğunu iddia edip ve ABD’nin müttefiki olan Güney Kore, Tayvan ve Filipinler gibi komşularına gözdağı vermektedir. Rusya ise 1998 ekonomik kriziyle birlikte Rus rublesinin değerinin düşmesi, serbest piyasa reformlarının başarısız olması ve Yeltsin’in başkanlık yaptığı dönemde küçük düşürüldüğü zamanların verdiği bir hırs ile hızlı bir ekonomik büyüme yaşadı. Yeni devlet başkanı Vladimir Putin, otoriter yönetimi ve süper güç statüsünü geri alma isteğiyle Rusların kalbini kazandı. Gürcistan’ı işgali ve Kırım’ı ilhak etmesiyle Rusya, Avrasya’da kartları yeniden dağıttı ve Putin’in Rusya’nın eski prestijini geri kazanmaktaki kararlığını vurguladı.
1991 yılından beri hızlı bir ekonomik büyüme içerisinde olan Hindistan, kalifiye insan gücü ve çok sayıda İngilizce bilen nüfusuyla birçok ülkeden yatırımlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Brezilya ve Hindistan, birçok uluslararası örgütte önemli rol almaya başladı. Hindistan, Dünya Ticaret Örgütünde önemli roller almaya başladı ve G20 ülkeleri arasına girmeye başardı. Brezilya ise Lula’nın başkanlık döneminde geçmiş dönemlerdeki Amerikancı tutumunu bıraktı ve uluslararası ilişkilerini 3. dünya ülkeleriyle dayanışma üzerine kurdu ve uluslararası örgütlerin Batı ülkeleri tarafından yönetilmesine karşı çıktı. Brezilya ve Hindistan’ın 3. dünya ülkelerini kucaklayan dışişleri politikaları ve uluslararası örgütlerde daha çok rol oynaması ve Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha görüşmelerinde bu iki ülkenin verilen kararlara karşı çıkmasıyla görüşmeleri çıkmaza uğratması gelişmekte olan ülkelerin uluslararası kuruluşların işleyişine etki edebilecek güce sahip olduğunu vurguladı. Buna ilaveten BRIC grubunun kurduğu Yeni Kalkınma Bankası, Dünya Bankasının bir alternatifi olarak görülmektedir.
21. yüzyılın başından itibaren liberal dünya düzeninin devamını sarsacak birçok olay daha yaşandı. 11 Eylül saldırısı ABD’nin dış politikasını ciddi bir şekilde şekillendirdi. Irak Savaşı ABD’nin liberal dünya düzeninin prensiplerine ters düştüğünün ilk örneğiydi. Birleşmiş Milletlerin onayını almadan sözde ulusal güvenliğe dayanarak Irak’a girmesi sadece Birleşik Krallık tarafından desteklenmiş ve Irak’a demokrasi yerine sadece can kaybı ve siyasi istikrarsızlık getirmiştir. Ayrıca, bu harekat terör örgütlerinin büyümesine uygun koşullar sağladı. Özgürlüğün ve insan haklarının kalesi olarak bilinen ABD, Guantanamo gibi sınır ötesi hapishanelerinde mahkûmlara işkence uygulayıp, 11 Eylül olaylarında ise birçok vatandaşını sorgusuz bir şekilde tutuklamıştır.
Liberal ülkelerin, liberal dünya düzenine verdikleri zarar Avrupa Birliği gibi organizasyonlarda da görülebilir. Zengin ve borçlu üye ülkeler arasında büyüyen fark AB içerisinde daha fazla entegrasyon olmasını engellemiştir. 2008 finansal krizinin getirdiği buhran ve ülkelerin bankaları kullanmak adına bütçelerini aşmaları AB’nin başına gelecek diğer krizlerin habercisiydi. Ekonomik sorunlar yaşayan Yunanistan gibi ülkelere borç vermeye çekinen Almanya gibi varlıklı ülkeler, borçlu ülkelere kemer sıkma politikaları (austerity) uygulamadıkları sürece çeşitli yaptırımlara maruz kalacaklarını belirten bir yasa çıkarttı. 2012’de çıkarılan Mali Sözleşme Yasası’nın organizasyonda bulunan borçlu veya ekonomik olarak daha zayıf durumda olan ülkelere sorulmadan tasarlanması AB içindeki demokrasi sorununu su yüzüne çıkardı.
Liberal dünya düzeninin prensiplerine zarar veren bir diğer akım ise popülizmin yükselişidir. Özellikle, 2008 finansal krizi birçok Avrupa ülkesinde popülist partilerin yükselişine yol açmıştır. Bu partilerin ortak özelliği seçkin tabakaya ve küreselleşmeye karşı olmalarıdır. Küreselleşmeden dolayı artan dünya ticaretinin akabinde ithal edilen ürünlerinin ucuzluğu Avrupa ülkelerinde imalat sektörünün çöküşüne ve bu sektörde çalışan insanların işsiz kalmasına neden olmuştur. Artan işsizlik ve gelir eşitsizliği de göçmenlerin yerli işçilerin işlerini alma riskinden dolayı göçmen karşıtı protestolara yol açmıştır. Finlandiya’da Gerçek Finler, Yunanistan’da Altın Şafak ve Kıbrıs’ta ise ırkçı Rum Ulusal Halk Cephesinin (ELAM) hem ulusal parlamento hem de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oylarını arttırması hatta koltuk kazanması popülizmin Avrupa’da yükselişini gösterir. Bu gelişmelerin daha korkuncu olanı ise aşırı sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi ve Brexit Partisinin yoğun uğraşları Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasında etkili olmasıydı. Ayrıca, Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi, ABD’nin NATO ve IMF gibi kuruluşlara üye ülkelerin ABD’nin gücünü sömürdüğünü gerekçesiyle öncülük etmesinde isteksizliğe yol açtı. Dolayısıyla, Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yükselmekte olan popülizm, liberal dünya düzeninin küreselleşme, serbest ticaret, seyahat hakkı (göçmenlere karşı olan tutum nedeniyle) ve çok yönlülük gibi birçok prensibini baltaladı.
21. yüzyılda birçok ülkenin gelişmesinin ekonomik, askerî ve diplomatik alanlarda ABD ve Avrupa ülkelerinin kurduğu liberal dünya düzenine bir tehdit oluşturduğu doğrudur. Ancak, liberal dünya düzenini en çok tehdit eden unsurların, liberal ülkelerin bu dünya düzeninin birçok prensibini yok sayması ve çiğnemesi olarak değerlendirilebilir.
Kaynakça
Clunan, A. (2018). Russia and the Liberal World Order. Ethics & International Affairs, 32:1, 45-59.
Cox, M. (2017). From the end of the cold war to a new global era. In J. Baylis, S. Smith, P. Owens, J. Baylis, S. Smith, & P. Owens (Eds.), The globalization of world politics: a introduction to international relations (Seventh ed., pp. 68-83). Oxford: Oxford University Press.
Cox, M. (2017). The Rise of Populism and the Crisis of Globalisation: Brexit, Trump and Beyond. Irish Studies in International Affairs, 1:1, 9-17.
Dyer, G., Anderlini, J., & Sander, H. (2011, 01 18). China’s lending hits new heights. Retrieved 04 10, 2020, from The Financial Times: https://www.ft.com/content/488c60f4-2281-11e0-b6a2-00144feab49a
Fenby, J. (2017). Will China dominate the 21st century? (Second ed.). Cambridge: Polity.
Hurrell, A. (2010). Brazil and the New Global Order. Current History, 109:724, 60-66.
Hurrell, A. (2017). Rising powers and the emerging world order. In J. Baylis, S. Smith, P. Owens, J. Baylis, S. Smith, & P. Owens (Eds.), The globalization of world politics: an introduction to international relations (Seventh ed., pp. 83-97). Oxford: Oxford University Press.
Kapak fotoğrafı için tıklayınız.