Öncelikle yazıma başlamadan önce ülkemiz adına çok üzgün olduğumu bildirmek isterim. Orman yangınları sonucu çok fazla sayıda ağaç kaybettik ve ekolojik dengemiz açısından çok büyük bir zayiat yaşadık ki zaten ekolojik dengesi kırılgan bir ülkeyiz. Sebep olan, önlem almayan ve umursamayan herkesi vicdanı ile baş başa bırakıyorum. Bu hafta artık bilimsel üretimi yapan yerlerden bahsedeceğiz: Üniversiteler!
Üniversite Antik Yunan kültüründen beri var olan bir şeydir ve Platon ile M.Ö. dördüncü yüzyıldan süre gelen bir birikimi barındırır. Akademi bu sorumluluğu taşırken gelecek için de bir yatırım yapar; üretir, geliştirir ve üstüne düşünür. Bir sistematiği elbette vardır ama aynı zamanda da bir o kadar dağınık ve kolektif bir üretimden bahsediyoruz. Yani birileri ütopik bir biçimde düşünür, öteki bunu bazı şemalarla realize eder ve en son deneme yanılma yöntemleri ile kanıtlanabilecek bir boyuta ulaştırır. Bu noktadaki birikim hem doğrusal hem de bir koordinattan bağımsızdır. Demek istediğim şey şudur ki aslında bizim kullandığımız en küçük bir teknik, en ufak bir değerlendirme bile insanlığın bütün birikimine maruzdur. Akademi de bunları genel olarak nasıl kullanacağımız ya da bunlar hakkında nasıl düşüneceğimizi öğretir.
Şimdi günümüze gelmeden önce, bizden bir önceki jenerasyona bakalım. Bu jenerasyonda akademik eğitim alan insanlar, bizim şu anki hocalarımızın neslidir. Daha ciddidirler ve dikkatleri bizimki kadar dağınık değildir. Tabii yine de bir nesil öncesinden gelen hocalara göre daha yumuşak başlıdırlar, daha uyumludurlar. Bu, eğitim sürecinin aslında ne kadar çağa bağlı olduğunu ve ne derece canlı olduğunu gösteren bir örnektir. Yani hiçbir nesil bir diğerinin aynısı olamaz. Bu yüzden de hocalarımızın aldığı eğitim, bizim aldığımız eğitimle yüzde yüz uyumlu değildir, muhakkak bir entegrasyon sıkıntısı vardır. Bunu fark edip, eğitimini canlı tutan birçok ülke şu an ekonomik ve bilimsel gelişim olarak bizlerin maalesef çok ilerisinde ama bunu geçmişlerinden korkarak, geçmişlerini ötekileştirerek yapmadılar. Önceki nesilden öğrenmemiz gereken çok şey var.
Biz Kıbrıslı Türkler çok küçük bir toplum olsak da sayıca tatmin edici bir çoğunlukta sanatçı ve bilim insanı çıkardık. Aklıma ilk gelen Ulus Baker gibi bir değerimizin olduğu. Ulus Hoca kavramsal anlamda sosyolojide çığır açmış bir insandır. Sosyolog olmasının yanında politika, matematik, sinema eleştirmenliği ve felsefe gibi birçok alana hâkimdir. Mustafa Camgöz’ü duydunuz mu? Kendisi Imperial Kolejde uzun süre hocalık yapmıştır. Mustafa Hoca kanser biyolojisi bölüm başkanlığı yapmış çok ünlü bir nörobiyologdur. Japon hükûmeti tarafından verilen, yabancı araştırmacılara yönelik onur ödülüne, Huxley madalyasına ve İngiliz hükûmeti tarafından büyük başarılara imza atmış insanlara verilen “The Freedom of the City of London” ödülüne sahiptir. Ulus Hoca’nın düşünce algoritması ile ben kimyasal bir probleme yaklaşabiliyorum ve bunu çalıştığım alan olan kanser biyokimyası üzerine entegre edebiliyorum. Kanser biyokimyası ile de ilgilenebilmem için kanser biyolojisini de bilmem gerekiyor ki bu sefer Mustafa Hoca’nın makalelerine koşuyorum. Başta bahsettiğim akademi mantığı da bu noktada işlemeye başlıyor işte. Onlar benden önce bir birikim inşa etti, ben de onların yardımı ile bir şey daha eklemeye çalışıyorum. Ne mutlu rahmetli Ulus Hoca’dan okuyabilene, ne mutlu Mustafa Hoca’nın başarılarını takip edebilene! Fakat, unutulmaması gereken bir şey var. Bu insanların hiçbiri Kıbrıs’ta bu başarıya ulaşmadı. Farklı imkânlar kullandılar ve Kıbrıs ile kökenleri dışında bir bağlılıkları genelde yoktu. Keşke olsaydı.
Ülkece çok fazla beyin göçü veriyoruz. Bunların en başındaki neden pek tabii eğitim. Muhakkak yurt dışında okumak, farklı kültürlere maruz kalmak, farklı diller konuşmak ve yeni insanlarla tanışmak kişiyi çok fazla geliştirecektir. Şansı olan herkesin bunu yapması aslında kendisine ve ülkesine bir sorumluluktur çünkü bu durum ülkenin kültürel birikimine katkıda bulunur. Eğitim ve birikim sürecinin sonundaki insanların yaşadıkları en büyük ikilem de adaya dönüp dönmemek aslında.
Herkes kendi vicdanıyla ve hazırda sahip olduğu imkânlarla sınanıyor bu noktada. Gelene de kalana da diyecek hiçbir sözümüz yok çünkü bu insanları ülkeye geri çekmek için yapılan hiçbir girişim, hiçbir düzenleme yok. Yazık ediyoruz farkında değiliz çünkü insanlarımızı kendi coğrafyamızdan koparıyoruz.
Bu haftaki yazımı Ulus Hoca’mın güzel sözleri ile bitirmek istiyorum: “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünya ile ilişkimizin bir düzeyinden ibarettir.”
Ulus Hoca’m, umarım çok sevdiğin Spinoza ile buluşup sohbet edebilmişsindir. Yeri gelmişken seni de rahmetle analım.