Bu hafta kendi alanım olan bilim ve eğitimden çıkıp biraz sosyolojik bir tartışmaya girmek istiyorum. Değinmek istediğim konu ise Türkiyeli-Kıbrıslı ayrımcılığı, yaşadığımız-yaşattığımız mikro milliyetçilik ve kırılan birkaç kalp.
Amerika’nın ve tüm dünyanın gündemine oturan cinayetten sonra böyle bir yazı yazmak için yeterli motivasyonu buldum. Mantığı yoktur ama milliyetçilik bence çok eskiye dayanır. İnsanlar kendilerini güvende tutmak için beraber yaşamışlardır ki bu da hayatta kalma içgüdüsünün etkisinde geliştirilmiş bir reflekstir. Benzer olanlar, aynı coğrafya içerisinde yaşayanlar zamanla ulus kavramını doğurmuş, günümüze meşakkatli ve acılı yollardan gelinmiştir. Barış Harekâtı gerçekleştikten sonra, adaya Türkiye’den insanlar getirilmiştir. Kıbrıslı Türkler savaştan yorgun, yokluğun içinde yaşama alışmaya çalışırken, karşılarında onlardan daha bitkin, daha yoksul insanlar bulmuşlar. İskân politikası tartışmayacağım, fakat iki taraf da çok acı çekmiş, onlar hakkında düşündüklerimi yazacağım. Karadeniz’den gelirken getirdiği çayı yetiştirmek için Kıbrıs’a diken ve bunu gözleri dolarak anlatan insanlar, nerede olursak ya da kim olursak olalım acının aynı şekilde hissedildiğinin kanıtısınız.
Karşılarında entelektüel ve maddi yönden daha dezavantajlı bir grup bulan Kıbrıslı Türkler ne yapacağını ilk başta şaşırmış belli ki. Ötekileştirmenin ilk defa öteki tarafında olmayan Kıbrıslılar bunun zevkini elbet yaşamışlar. İnsanlara, “garasakal, gaco, fica” gibi lakaplar takmışlar. Küçük görülmüşler, bu insanlar temsil edilmemişler ve bir oy potansiyelinden ibaret olmuşlar uzun yıllarca. Kıbrıslı Türklerin kendi toplumsal egoları, yaşadıkları her tatsız olayı bu insanlara yönlendirmelerine neden olmuş. Lefkoşa’nın, Girne’nin dışına çıkmayan, hayatın kendi tozpembe çevresinden ibaret olduğunu düşünenler Karpaz’ı ne bilsin? Oradaki hayat mücadelesini, geri bırakılmışlığı ne anlasın?
Benim hayatımda olan yakın arkadaşlarımdan dinlediğim ufak anılarla buraları pekiştirmek isterim. Yıllarca, neredeyse lise bitene kadar annesiyle arkadaşlarını görüştürmeyen, konuşması fark edilmesin diye kendi ağzını saklayan, kökenini söyleyince, “hiç benzemen Türkiyelilere” tepkisiyle karşılaşıp üzülen, kendi seçmediği bir şey yüzünden küçümsenen ve eve gidince “anne ben okula gitmek istemiyorum” diye ağlayan insanların hikâyeleri bunlar aslında. Hâlen çok büyük biçimde hayatlarımızın içinde bulduğumuz bir durumdan bahsediyoruz. Hiçbir şeyin tek taraflı olmadığını, diğer tarafın da belirgin ötekileştirmeleri olduğunu söylemekte yarar var. Fakat Kıbrıslılar olarak özellikle geçmiş dönemlerde çok ileri gittiğimizi düşünüyorum. Kendimizi, bu insanların ülkesine bu kadar bağlamışken, her türlü ekonomik ve toplumsal olayın etkisini bu denli kendi ülkemizde hissederken, bir daha düşünelim mi? Derdimiz evine ekmek götürme gailesinde olan köylü göçmen bir insan olmasın. Ne tür psikolojik bir yıkıma, travmaya sebep verebileceğimizi biraz düşünmeyelim mi?
Başlıkta söylediğim zenofobi terimini tanımlamak isterim. Zenofobi yabancı korkusudur, etnomerkezcil patoloji olarak da kişisel bir tanım yapabilirim. Patolojik bir durum olduğu kanısındayım çünkü nefrete, düşmanlığa kadar varabilmekte. Maalesef ki Kıbrıs’taki sol kesim bu noktadan radikalleşebiliyor ve yine buradan kendine kamuoyu yaratıp söylem üretebiliyor. Nefret kolaydır, güçlüdür. Bugün her yerde örneğini görebilirsiniz. Zaten politik olarak çok dengesiz küçücük bir adanın içinde, bir de onun yarısından da daha az bir alanda, tüm dünyanın izolasyonu altında birbirimize daha çok yaklaşmamız, kenetlenip bir çıkar yol bulma çabası içine girmemiz gereken yerde, yani bir kültür kompozisyonu oluşturup mutlu olmak varken neden ayrımcılık yaptık? Çünkü yine kolay olan buydu ve belli ki halen kolay olan da bu. Bülent Somay, Tarihin Bilinçdışı kitabında zenofobi ile alakalı şöyle söyler: “Kendimizdeki öteki korkusunu anlamadan, Auschwitz’i anlayamayız.”
Haftaya görüşmek üzere…
Fotoğraf için tıklayınız.