Takvimler 21 Nisan 2003’ü gösteriyordu. KKTC Bakanlar Kurulu adanın hem güneyini hem de kuzeyini ilgilendiren o tarihî karara imza atmıştı. Alınan E-762-2003 numaralı ve “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden Güney’e Geçişler ile Güneyden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine Geçişler.” başlıklı karar ile KKTC ve Güney Kıbrıs arasında serbest geçişlere izin verilmişti. Bu karar 22 Nisan’da Resmî Gazete’de yayımlanmış ve 23 Nisan’da belli kurallar çerçevesinde uygulanmaya konmuştu.
Her iki toplum içinde inanılması güç olan serbest geçişlerin başlanması kararı ile ilgili olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Sözcüsü Kipros Hrisostomidis 23 Nisan 2003 günü bir Rum radyosu aracılığıyla yaptığı açıklamada “Kıbrıs Rum tarafı yasa dışı rejimin, dolaşımla ilgili sınırlamaların sözde kaldırılmasıyla ilgili kararının yasa dışı olduğu görüşündedir.” ifadesinde bulunmuştur. Ancak KKTC’ye geçecek vatandaşlarını da engellemeyeceklerini belirtmiştir.
Bu yaşanılan sürecin, adanın hem güneyine hem de kuzeyine gerek ekonomik, gerek siyasi, gerek toplumsal anlamlarda hiç şüphesiz önemli etkileri olmuştur.
İlk iş olarak hem Rumlar hem de Türkler yıllar boyunca doğup büyüdükleri evlerini, ekip suladıkları arazilerini, defnettikleri aile büyüklerinin, sevdiklerinin mezarlarını ziyaret etmeye başlamışlardı. Aslında hikâye de tam olarak burada başlıyordu. Kapılar açıldığında yaşadığım köyde Rumlar geliyor diye bir söylenti almış başını gidiyordu. Herkes biraz meraklı, biraz da tedirgindi. Çünkü yıllar sonra yeniden görme fırsatı sunulan evlerinde artık başka insanlar kalıyordu. Kendi elleri ile duvarlarını ördüğü evi, narını, incirini, üzümünü diktiği bahçesi, yıllardır biriktirdiği parası ile almış oldukları traktörü artık başka insanlarındı.
Kapıların açıldığı o zamanlarda köyde kendi kaldığımız evin önünde de bir araba durmuştu. Arabadan inen insanlar tedirgin bir şekilde uzaktan uzaktan eve ve bizlere bakıyorlardı. Çünkü nasıl bir tepki ile karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Annem ve babam onları gelmeleri için eve davet etti. Bu davet sonrasında o insanların gözlerinin içi gülmüştü. Ne garip değil mi? Kendi elleri ile inşa ettikleri, doğup büyüdükleri evlerine artık izin alarak girmelerinin gerekiyor olması. Düşündükçe işin içinden çıkılamıyor. O tarihî anları kaydedebilmek için kameralarını çalıştırmışlardı. Teker teker evden içeri girdiler, odalara dağıldılar. Herkes evi yıllar sonra gezmeye başlarken Rum ailenin babası, evin kapısında durmuştu. Gözleri dolmuş, yüzünü biraz tatlı bir hüzün bürümüştü. Sonra heyecanla yaşlı eşini çağırdı ve ona aynı heyecanla bir şey gösterme çabası içindeydi. Göstermek istediği şey evin içinde girişte zemin betonunun üstüne çizilmiş olan bir çiçek resmiydi. Meğerse adamcağız evlendikleri zaman eşine kapı girişine o çiçeği kendisi çizmişti. Çok duygusal bir andı o an. Aradan geçen uzun yıllara rağmen onu unutmamışlardı. Daha sonra evin hemen arkasında bulunan kuyunun yanına gitmişlerdi. Bizlerde o kuyudan su ihtiyacımızı karşılıyorduk. Meğer o kuyuyu adamcağız kendi elleri ile kazmış. Daha sonra en büyük oğlunun doğmuş olduğu odaya geçtiler. Ortamda oldukça duygusal bir hava vardı. Daha sonra da muhtemelen köyün Rum mezarlığına gitme planları vardı. Ama ortada oldukça büyük bir sorun vardı. Köyün Rum mezarlığı diye bir şey kalmamıştı. Tek bir mermer taşı dahi mezarlıkta bulunmuyordu. Her şey sökülmüş, kazılmış ve dağıtılmıştı. Ne acı değil mi? İster Rum, İster Türk, isterse başka bir millete ait olsun, mezarlıkları yıkmanın açıklanabilir bir yanı var mıdır ben bilmiyorum; bilen varsa lütfen açıklasın! Gittiklerinde o mezarlığı yerinde bulamadıkları zaman acaba ne hissetti o aile? Düşündükçe hâlâ daha cevaplamakta zorlandığım sorulardan birisi de buydu.
Öte yandan geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan haberlerde Güney Kıbrıs’ta Limasol’daki Köprülü Cami’ye molotof atıldığı ve cami duvarına ötekileştirici, ırkçı yazıların yazıldığını hep birlikte görmüştük. Sonraki hafta ise Larnaka’daki Tuzla Camii’nin duvarına Bizans bayrağı asıldığının haberleri gündemi epey meşgul etmişti. Güneyde birçok yerde bulunan Türk mezarlarının akıbeti zaten ortada. Aynı şekilde kuzeyde bulunan kiliselerin, mezarların da içler acısı hâlini anlatmaya gerek bile duymuyorum. Bu yaşanılan olaylarla hedeflenen şeyin toplumsal barışa zarar vermek, kargaşa çıkarmak olduğunu anlamayan, göremeyen var mı?
Çok büyük acılar yaşandı. Bu ülkenin bölünmesinde, parçalanmasında, bu acıların yaşanmasında, herkes ortaya kendince bir tez, bir neden koyabilir. Her şeyi bir oranda anlamaya çalışırım da bir tek kutsal değerlerin, kiliselerin, camilerin, mezarların suçu ne? İşte orasını hiç anlayamıyorum!
Kültürel antropolog Eva Domaska tarih ile mezar arasındaki ilişkiyi “Ölüm olmasaydı tarih de olmazdı. Tarih ölümden beslenir. Tarih mezarda başlar.” diye tarif etmiştir. Kıbrıs’ın hem güneyinde hem de kuzeyinde mezarlıklara, kutsal mekanlara sahip çıkmayarak; saldıranların peşine düşüp caydırıcı cezalar uygulamayarak; yıkıma, yok oluşa göz yumarak aslında bizler kendi tarihimizi, kendi geçmişimizi yok etmiş, reddetmiş olmuyor muyuz? Bu şekilde yapılan iğrenç saldırılar ile toplumsal barışa zarar vermeye çalışanlara, kim olursa olsun “hade başka kapıya” demenin zamanı artık gelmedi mi? Tüm bu faşizanca zihniyetlere karşı durarak safımızın, tarafımızın daima toplumsal ve evrensel barıştan yana olması temennisi ile.