Ceyhan Özyıldız ile Sanat Üzerine

Tabella’ya yazmaya ilk karar verdiğim andan itibaren, örnek aldığım biri olan ve fotoğrafçılığı bana ilk öğreten kişi Ceyhan Özyıldız ile röportaj yapmak hayalimdi. Bunu başarabilmek ve merak ettiğim konularda fikrini almak benim için çok öğretici bir deneyim oldu. Ceyhan Özyıldız’a bana vakit ayırıp, detaylı bir şekilde sorularımı cevapladığı için çok teşekkür ederim.

 

***

 

İlayda Tüccaroğlu: Üniversite eğitimimi sosyoloji üzerine yapmaya karar verdikten sonra, sosyal bilimlerin ve sanatın ülkemizde yaygın olmaması gözüme daha çok çarpmaya başladı. Siz bu koşullarda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Kütüphanecilik Bölümü’nü tamamladınız. Ülkemizde yaygın olmayan kütüphanecilik bölümünü okumaya nasıl karar verdiniz? Bu bölümden biraz bahsedebilir misiniz?

Ceyhan Özyıldız: Sosyal (ayrıca insan) bilimlerinin alanı içerisine giren, özellikle sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji, filoloji(ler) gibi bölümlerde okumuş ve şu an başka başka işler yapan çok arkadaşım var. Bilim demek araştırma demektir. Kazmak, kazımak, incelemek, ortaya veri ve istatistik koymak demektir. Bugün dünyayı yöneten ülkeler bu güçlerini neye borçlur? Ben cevaplayayım yine; bilime borçludur. Bilgi onlara gökten inmemiştir. Tıp, tarım, hayvancılık, kimya ve tüm bunları kapsayan teknoloji etrafında dönüyor her şey… Bilim için, vizyon (yönetimsel), hedef ve para gereklidir. Bizim ülkemizde bunlar ne zaman bir arada bulunabildi?

 

Aslında kütüphanecilik kendi alanında yaygın bir disiplin ve meslektir. Türkiye’de ve ülkemizde üniversitelerde bölümleri var. Mezunları var. İşsiz mezunları var. Bu vizyon meselesi… Yönetenlerin, sosyal bilimlerin her alanına yansıyan ilgisizliği ve bilgisizliği bizim alanımız için de geçerli. Üniversite mezunu işsizler varken, kütüphaneler ilkokul, ortaokul mezunlarıyla; işçi ve geçici kadrolarıyla dolduruluyor.

 

Kütüphaneciliği, Ankara’da kütüphanecilik okuyan, şimdi Cumhuriyet Meclisi Kütüphanesinde yönetici olan, arkadaşım Sibel Yemenicioğlu’nun bilgilendirme ve yönlendirmesiyle seçtim. Seçtim dediğim, ÖYS listesine yazdım. Sanıyorum dördüncü veya beşinci tercihimdi. Birçok “sosyalci” gibi rüyalarımı tarih, edebiyat veya coğrafya süslüyordu. Sonuçlar açıklanıp kütüphaneciliği kazandığımda ağlama derecesinde moralimin bozulduğunu hatırlıyorum. Aslında Türkiye’de bir üniversite kazanmam “zafer” olarak adlandırılacak bir durumdu. Çünkü ticaret lisesi mezunu olmam nedeniyle ÖSS ve ÖYS’ye yönelik hiçbir ders görmemiştim. Tamamen kendi azmim ve imkanlarımla geceli gündüzlü çalışarak bu sonuca ulaşmıştım. Tabii bunu Ankara’ya gidince anladım.

 

İ.T.: “Bilgi ve belge yönetimi” ismi kullanılıyor sanıyorum?

C.Ö.: Evet, bilim dalımızın ismi biz mezun olduktan sonra “bilgi ve belge yönetimi” olarak değiştirildi. Enformasyon, dokümantasyon, arşivcilik ve kütüphanecilik disiplinlerine yönelik ortak müfredat oluşturuldu. Bugün bilgi yönetimi dediğimiz alan, bilgiyi yönetme yanında, bilişim ve iletişim disiplinlerini de içine alarak, genişleyip, çeşitlenerek yeni bir kimliğe kavuştu.

 

İ.T.: Kütüphaneciliğin yanı sıra fotoğraf sanatıyla da ilgileniyorsunuz. Eserleriniz çeşitli sergilerde yer aldı ve birçok projeye fotoğraflarınızla katkı koydunuz. 2015 yılında “Prime Four” fotoğraf grubu olarak “Kıbrıs’ın Son Gurbetleri” üzerine yaptığınız foto belgesel çalışmasından biraz bahseder misiniz? Bu projenizde neden Gurbetleri düşündünüz?

C.Ö.: Kıbrıs’ın Son Gurbetleri, güzel, geniş oylumlu bir kitap ve aynı zamanda seksen fotoğraflık bir sergiyle sanatseverlerin izlenimine sunuldu. Fotoğraflar 8. İzmir EgeArt Sanat Günleri’nde de sergilendi. Tahmin etmediğimiz olumlu geri dönüşler aldık. İyi bir iş çıkardığımız biliyorduk; çünkü bu proje üzerinde dört yıla yakın bir zaman çalışmıştık. Ancak bu denli beğenileceğini düşünmemiştik.

 

Geçen aylarda gecikmeli de olsa, kitabı gerçek sahiplerine, yani gurbetlere götürüp verme imkânını bulduk. Orada duyduklarımız, onlarca konu arasında Gurbetleri seçmekte ne kadar doğru ve öngörülü davrandığımızı ortaya koydu. Kitapta fotoğrafladığımız birçok yaşlı insan hayatını kaybetmişti.

 

 

Gurbetler projesini ilk başa alırken temel öngörümüz; ülkemizde “Gurbet” olarak adlandırılan Romanların zaman geçtikçe kendilerine özgü yaşayışlarından uzaklaşmaları, gelenek ve göreneklerini yitirmeleriydi. Projeye başladığımızda bunun neden yıllar önce aklımıza gelmediği veya başkalarının aklına gelmediği konusunda hayıflanmıştık. Çünkü, ellerinde şiş satan kocakarıları, fallara bakan genç kızları, kalay yapan erkekleri kalmamıştı. Üstelik çadır geleneğini de terk etmek üzereydiler. Onlar da giderek yerelleşip, zamana uyum gösteriyorlardı.

 

İ.T.: Prime Four ile yeni bir projeniz var mı?

C.Ö.: COVID-19’dan dolayı çok hızlı ilerliyemiyor olsak da var. Ben, Yıltan Taşçı, Mustafa Evirgen ve Mustafa Müezzinoğlu’ndan oluşan Prime Four’un şimdiki projesi de Kormacit bölgesinde yaşayan, Lübnanlı Arap olup, Rumca konuşan (azınlık statüsünde olan) Maronitlerdir.

 

İ.T.: Sanatın birçok dalına olan ilginiz sizce eserlerinizi nasıl etkiliyor? Bu dallar birbirini besliyor mu? Deneyimlerinizden bahseder misiniz?

C.Ö.: Edebiyat benim için hep ana yol olmuştur. Fotoğraf ve grafik tasarım bu yolu besleyen tali yollar gibidir. Kuşkusuz günümüzde sanatların konturları giderek silinmiştir. Tüm sanatlar birbirini etkiliyor, besliyor dahası birlikte yol alıyor. Özellikler fotoğraf ve edebiyat benim sanat dünyamda birlikte ilerler. İkisi de diğerinin gizli öznesidir. Öyküde fotoğrafik görünümler yolumu çizer; fotoğrafta da hikâyeciliği barındıran zaman ve mekân, yani atmosferi ararım. Bana göre bir fotoğrafta insanı değerli kılan bulunduğu mekândır.

 

İ.T.: Peki grafik tasarım?

C.Ö.: Tasarım da işlerimi etkiliyor tabii. Çalışmalarımda grafik tasarımla fotoğrafın tümleşik izleri bulunabilir. Tasarım zaten başlı başına denge işidir. Keza fotoğraf da öyle. Tasarımda sadeliği severim, minimal çalışmaya özen gösteririm. Bu fotoğrafı da besler. Fotoğrafın da ana ögelerinden birisi kompozisyondur; fazlalıkların atılması, denge vb..

 

İ.T.: Son çıkardığınız öykü kitabınız Yemenisi Sarı’dan da biraz bahseder misiniz?

C.Ö.: Yemenisi Sarı’nın tanıtımını şair arkadaşım sevgili Fatoş Avcısoyu Ruso ile onun Otları Yalnız Sevmenin Gürültüsü isimli şiir kitabıyla birlikte yaptık. 8 Temmuz 2020’de Mod Café’nin serin bahçesinde, çok güzel bir gece oldu. Dostlarla bir arada bulunmak bana çok güzel duygular yaşattı. Sonrasında çok güzel bildirimler aldım. Önceki öykü kitabım Yastık Altı Gülkurusu kadar iyi, hatta onu aştığım söylendi. Bir yazar için en büyük dürtü ve korkudur önceki kitabını aşabilme…

 

Yemenisi Sarı’nın bence (okuyanlardan edindiğim bilgiler de destekliyor bunu) en büyük ve yeni özelliği, çağın öykü türü olan küçürek (minimal) öykü türünden de çok sayıda eser barındırıyor olmasıdır.

 

İ.T.: Biraz açar mısınız “küçürek öykü”yü?

C.Ö.: Küçürek öykü üç-beş cümlelik, hızlı okunabilen ancak derin anlamlar barındıran, öykünün öncesinde aktığı, sonrasında da sürdüğü (okuyucunun zihninde) bir öykü türüdür. Kitaptan bir küçürek öykü verelim dilerseniz.

 

Ayakları Kesik

Şarampole yuvarlanmış, diyor.

Karşı yataktakini işaret ediyor yorgun gözleriyle. Zor çıkartmışlar bunu. Kulağıma eğiliyor, ilaçlı nefesi genzimi yakıyor. Diz altlarından kesmişler bunun ayaklarını; kabullenememiş daha, doktorlar konuşurken duydum, diyor. Gözlerinde koyulaşan bir acıma. Ekliyor, yürü, gidip bir seslenelim, yazıktır.

Dağınık kır saçlarına, pörsümüş cildine, uzamış sakallarına, bakıyorum İbrahim’in. İki günde nasıl ihtiyarlar insan? Çarşafın altında yaralı kurtçuklar gibi kıpraşıyor ayaksız bacakları…

Hadi sen biraz uyu; uyu, diyorum, ona.

‘Yok! Gidelim,’ diyor; gidelim. Yazıktır.”

 

Kitabın kapağında Özden Selenge’nin Minyatürler serisinden bir eserini kullandık. Çok beğenildi. Buradan yazar-ressam Özden Selenge’ye bir kez daha teşekkür etmek isterim.

 

İ.T.: Kültürel olarak çok zengin bir ülkede yaşıyoruz. Sanatla ilgilenen gençler ülkemizde bu dalda ilerlemekten korkuyor ve başka kariyerlere kayıyor. Sizce ülkemizde sanata yatkın ve yetenekli olan gençler nasıl yüreklendirilebilir?

C.Ö.: Bence sanatı gerçekten seven ve içinde sanat filizlenen biri, ondan kaçamaz. Sanat her ne kadar eğitimle, bilinçli olarak yapılan bir alansa da sanatçıyı esasen yönlendiren içgüdüleri, duyguları, estetik beğenisi, kültürü, tecrübeleri, yaşadıklarından kalanlar, bilinçaltları gibi ruhsal durumudur. Bu ruhu dizginlemek kolay olmaz. Zengin sanatçı görmedim (Ölenler hariç, bizde ölenlerinde kıymeti yok!) işin ekonomik yönü dikkate alındığında doğrudur, bizim ülkemizde sadece sanatla hayatını kazanmak çok zor. Ek bir iş yapmak zorunlu. Sanat üniversitesinden mezunsanız, işinizin de sanatla ilgili bir iş olması çok muhtemel. O zaman sorun yok. Ancak ülkemizde sanat yapanların çoğu alaylı olup benim gibi başka meslekler yapıp, yanında sanat hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu nedenle ben bizim ülkemizdeki sanatı “emekli sanatı” olarak isimlendiriyorum. Kişiler emekli olduktan sonra esas işlerini üretmeye ve sanata hakkını vermeye başlayabiliyor.

 

Sanata yatkın gençler, ilgi duydukları alanın üniversitesinde/akademisinde okuyup, yapabilirlerse sanatlarını akademik hayatlarıyla bütünleştirerek bir arada yürütmelidirler; yani sanatları işleri olmalı (öğretim görevlisi vb.) ya da yaşamlarını yurt dışına yönelik olarak planlamalıdırlar. Yoksa farklı bir meslek yapıp (benim gibi) sanat yapmanın bedelleri, olanaksızlıkları çok.

 

İ.T.: Tam burada başka bir mesleği icra ederken, sanatla uğraşmanın zorlukları nelerdir? Bu zorlukları aşmak için neler yapılmalıdır sorusunu sorabilir miyim size?

C.Ö.: Bu sorunun cevabı ayrı bir kitap olur.

 

İ.T.: Ebeveynler genelde çocuklarını sanata teşvik etmemektedir. Bununla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Sizin ailenizde sanatla ilgilenip sizi yüreklendiren biri var mıydı?

C.Ö.: Yukarıda belirttiğimiz hususlar nedeniyledir bunlar, “geçim derdi”. Ancak içinde sanat ruhu olan birisi mesleğini yaparak da sanatını yapabilir. Ancak nasıl ve ne kadar, hangi bedel karşılığında? “Başka bir meslek icra ederken ve sosyal yaşamın içinde yer alırken sanatsal anlamda ulaşabileceğin nokta neresidir?” gibi sorular sormak gerekebilir. Buna ek olarak “Neden sanat ruhlu insan ülkemizde az yetişiyor?” sorusu ortaya çıkıyor. Öyle değil mi? Madem sanatçı ruhlu birisi her şekilde bunu yapacak… Bundan kaçamayacak… Sanat ruhu derken ben sanatın genetikle de ilişkili olduğunu düşünüyorum. O gen mutlaka geçer. Çok üst atalardan da olabilir bu. Sanat ruhu çoğu insanda yüzeye çıkmaz; bazen çıkar, insanlar onu değerlendirmez. O ortamı yoktur. O sesi dinlemez, dinleyemez, duyamaz. Ama bu gen alt nesillerde birine geçer; o kişi bu sesi duymuştur. Dinlemiştir. Yoğurmuştur. Öğrenmiştir. Bundan kaçamaz.

 

Benim ailemde sanatçı biri yok. Ancak, babam şiir yazardı, hatipliği iyidir. İşçi biri olarak kitap okuduğunu çok gördüm. Belki daha üstteki atalarımızda da vardı böyle şeyler… Dinleme, duyma, yapabilme ortamı bulma bana denk geldi diyelim.

 

Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum. Yukarıda yazdıklarımdan ban sanat yapabilme bilgi ve becerisinin gökten indiği izlenimi edinilmesin. Sadece ruh var. O ruhu, o aklı doldurmak ve doyurmak ciddi okumalar, araştırmalar sonucunda olur. Sürekli okumalı, araştırmalı, bilgiye “bilmeye” aç olmalısınız.

 

Öyle yoğun bir bilgi dünyasında yaşıyoruz ki, Sokrates’in Savunması’nda geçen “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” sözünü sürekli olarak anımsarken bulurum kendimi.

 

Güzel sorularınız için çok teşekkürler Sevgili İlayda.

 

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir