Üç Günde Bulaşmayan Virüs

5 Eylül Cumartesi akşamı açıklanan yeni kararlar doğrultusunda, vakaların ve yerel bulaşma oranının artış göstermesi nedeni ile ülkeye girişlerde yedi günlük bir karantina uygulamasına karar verilmiştir. Fakat dip not olarak da ülkeden üç gün içerisinde ayrılacak olan kişilerin bu uygulamadan muaf tutulacağı da belirtilmiştir. Bu karar dünya tıp, epidemi, salgın hastalıklar, viroloji ve immünobiyoloji literatürüne geçebilecek kadar “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” dedirtmiştir. Aklıma gelen birkaç soruyu burada detaylı bir şekilde işleyeceğim.

 

1) Karar 6 Ağustos Pazar akşamı saat 23.59’da devreye girecektir. Eğer Ercan’daki pasaport kontrolünden 23.58’de geçerseniz virüs taşıyıcısı olmadığınız düşünülecektir. Bu nasıl bir mantıktır?

2) Virüsün kuluçka süresi iki haftadır. Karantina süresi neden bir haftaya düşürülmüştür? Bilimsel bir dayanağı var mıdır?

3) Yerel bulaşmanın artmasından dolayı neden sadece birkaç beldede önlemler arttırılmıştır?

4) Madem durum bu kadar ciddi, neden hâlen eğlence merkezleri açıktır ve 1000 kişilik partiler düzenlenmektedir?

5) Ve en önemlisi, nasıl oluyor da üç günde bulaşmayan virüs dördüncü gün bulaşabiliyor? Bununla alakalı bir veri, akademik bir çalışma var mıdır?

 

Karantina uygulamasının gerekliliği tartışılmaz, fakat burada derin bir iki yüzlülük mevcuttur. KKTC Sağlık Bakanlığının bizlerle paylaştığı verilerde artık spesifik olarak yerel hasta sayıları da belirtilmektedir. Cumartesi günkü verilere göre sekiz kişisi yerel olmak kaydıyla yirmi altı kişiye COVID-19 pozitif teşhisi konulmuştur. Buradaki iki yüzlülüğe gelecek olursak, belli ki dışarıdan gelen insanlar halkımızı enfekte etmektedir, ama yine de onlar para getirecek, neredeyse durma noktasına gelen ekonomiyi biraz canlandıracak diye, halk sağlığı hiçe sayılmakta, üç günlük girişlerde karantina şartı aranmamaktadır.

 

Ülkeye üç günlüğüne kim gelir diye soracak olursak da bu alanda kumar gibi eğlence turizmi için gelenlerin en büyük popülasyona sahip olduklarını gözlemlemekteyiz. Çünkü normal şartlar altında ne okumaya gelen öğrenci ne de yurt dışında yaşayan, okuyan ya da işi gücü olan vatandaşın üç günlüğüne adaya gelmesi anlamlı değildir. Doğal olarak, bu durumda alınan önlemin zaten çok da mantıklı olmadığını, gerçek amacına hitap etmediğini görüyoruz.

 

“Neden biz yurt dışından gelecek üç beş kişinin parasına bu kadar ihtiyaç duyuyoruz ki de halkımızın sağlığını riske atıyoruz” denildiğinde de bilinmesi için kuvvetli iktisat bilgisi gerektirmeyen birkaç parametreyi vurgulamak istiyorum. Bir ülkenin ekonomisinin çarkı hizmet sektörü ve turizm ise işlerin bu şekilde sarpa sarması an meselesidir. Bunlar somut gelir getirmeyen, getirdiği geliri de halka döndürmeyen, birikimi zayıf ama çabuk para kazanılan sektörlerdir. Üretimimiz zayıftır, yok denecek noktaya çok yaklaşılmıştır. Bu nedenledir ki tüm dünyayı etkileyen bir olay karşısında bizim sistemimiz maalesef ki daha kırılgandır ve sürdürülebilir değildir.

 

Kıbrıs halkı en başından beri virüsü çok ciddiye almamıştır. Her alanda sarf etmekten geri durmadığı toplumsal egosunu “Biz iyiyik, Kıbrıs’ta hastalık yoktur.” diyerek önlemlere de kanalize etmiştir. Düğün dernek, disko, parti, yeme, içme ve meyhane gibi alışkanlıklarından bu dönemde de vazgeçmemiştir. Böylelikle de maalesef ki yeterince önlem almayan hükûmet vatandaşa çelik ayna tutarak onları yeterince önlem almamakla suçlamaya başlamıştır. Unutmamak gerekir ki balık baştan kokar. Yönetim tarafından çizilen çizgi çok pozitif olunca, halk da ciddiyetini kaybetmiş ve hastalığın yayılmasında önemli bir rol oynamıştır.

 

Kuzey Kıbrıs’taki sağlık çalışanları bu kadar zorlu şartlar altında, tıbbi ekipman yetersizliği ile ön cephede salgın ile mücadele ederken alınan bilimsellikten uzak kararlar ile onlara yönelik açık bir hak ihlali yapıldığı izlenimindeyim. Gidin asıl hikâyeyi hastanelerde dinleyin ki bir karar alırken önceliğin kimde olması gerektiği konusunda bir fikriniz olsun. Öyle ki, her doktorun, her hemşirenin acısı acımızdır, özledikleri çocukları bizim de çocuklarımızdır! Yaşamayı ciddiye alan sağlık çalışanlarımıza sonsuz teşekkürler.

 

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin hâlde.

 Nazım Hikmet, 1947, Yaşamaya Dair

 

Bu kadar yoğun bir yazı ile Tabella’nın 100. sayısında yer alıyorum. Gönül isterdi ki burada daha güzel şeylerden bahsedelim ama şartlarımız çok zorlayıcı, çok yorucu. Gündemimiz hep hareketli ve de çok bereketli bu anlamda da. Olsun hep böyle gidecek değil ya… Tabella, bize sesimizi duyurmamız için verilmiş muhteşem bir imkân, nice 100’lere, 200’lere 1000’lere Tabella!

 


 

Fotoğraf: KKTC Sağlık Bakanlığı.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir