Günahın Üç Rengi: Kitap Analizi

Günahın Üç Rengi son zamanlarda adından sıkça söz ettiren, başarılı bir psikiyatrist olan Gülseren Budayıcıoğlu’nun 2008 yılında çıkardığı, gerçek hayat hikâyelerinden oluşan bir kitaptır. Kitapta anlatılan olayların hepsi hastalarının kendisine anlattığı çarpıcı hayat hikâyelerine dayanmaktadır.  Tabii ki kişilerin isimleri gizlilik esaslarına göre değiştirilmiş ve bu hikâyelerin yayımlanması için her birinin izni alınmıştır. Kitabın esası aslında üç bölümden oluşmaktadır. Bunlar:

  • Fahişeliğin Rengi Kırmızı,
  • Eşcinselliğin Rengi Gri,
  • Mazoşizmin Rengi Siyah.

 

 

Bu başlıkları kısa bir özet geçmeden önce kitabın hissiyatına değinmeden edemeyeceğim. Okuyucuyu içine çeken, oldukça merak uyandıran, kimi zaman hüzünlendiren kimi zaman ise şaşırtan yani her türlü duyguyu içerisinde barındıran bir kitap. Gülseren Budayıcıoğlu’nun anlatım tavrı, olayları tasvir etme şekli ve samimiyeti insanı ucu bucağı olmayan bir denize sürüklüyor. Okudukça okumak istiyor insan. Her bir sayfasında farklı duygular hissederken, birçok şey öğreniyor okuyucu. Özellikle empati yapabilmeyi çok güzel öğretiyor yazar. Bu duyguların okuyucuya bu denli güzel geçebilmesinin en büyük sebebi de bu. Gülseren Hanım anlatımlarında o an hissettiği tüm duygulardan da bahsediyor kitapta. Duyduğu olaylar karşısında neler düşündüğünü ve neler hissettiğini o kadar iyi geçiriyor ki okuyucuya, etkilenmemek mümkün olmuyor. Şimdi gelelim Madalyon Kliniği’nin iç yüzüne ve yukarıda bahsettiğim başlıkların kısa bir özetine.

 

İlk konuda Meliha Hanım ağırlıyor bizi. Görmüş geçirmiş bir kadın. Zor şeyler yaşamış. Anne ve babasını gözleri önünde kaybetmiş. Ardından en büyük dayanağı ablası da vefat edince kardeşlerine tek başına bakmak zorunda kalmış. Evlendiği eşinden oldukça ağır şiddet görmüş. Oysaki sevgi korur, incitmez, sarar sarmalar ve can yakmaz. Tam intihar edecekken kızı tutmuş kolundan getirmiş Gülseren Hanım’a Meliha’yı. İşte burada başlıyor o derin hikâye.

 

İkinci konudaki baş kahraman Şevket Bey. Evli, çocukları olan bir aile babası gibi görünse de işin aslı hiç öyle olmamış. Yıllardır kimseye anlatamadığı bir itirafı var. İçini kimseye açamadığı için hep kendine yüklenmiş, yalnızlaşmış. Bu yüzden gelmiş Doktor Hanım’a. Günün sonunda ise kendini tanıyan bir adam olup çıkmış. Artık içindeki çiçeği daha fazla gizlemeden, hep yeşerterek ayrılmış o klinikten.

 

Ve geldik son konuya. Buradaki hastanın adı İsmail. Oldukça ilginç bir hikâyesi var. Hatta Gülseren Budayıcıoğlu’nun da ilk kez tanıştığı bir hikâye bu. Daha önce hiç böyle bir hastası olmamış. O yüzden İsmail’e karşı dikkatli ve meraklı bir yaklaşımı var. Hastanın anlattığı şeyler o kadar merak uyandırıcı ki burada daha fazla anlatıp büyüsünü bozmak istemem.

 

Yazımın başında kitabın üç bölümden oluştuğunu söylemiştim. Aslında en sonunda bir bölüm daha var. Kitabın ilk bölümüyle bağlantılı bir kısım ve belki de en can alıcı bölüm. İnsan okurken önce çok şaşırıyor. Sonra gerçek bir hayat hikâyesi olduğu geliyor aklına ve “Bu kadarı da olur mu yahu?” diyor içinden. Oluyormuş. Sonrasında derin bir hüzün kaplıyor yüreği. Tekrar bir sorgulama evresi oluşuyor insanın beyninde. Okuyucu bile bu kadar çok etkileniyorsa bunları birebir dinleyen Gülseren Hanım kim bilir kelimelere dökemediği nice duygularla baş ediyordur seans sırasında. Okurken bile gerçek olduğuna inanamadığımız bu hayatlar gibi niceleri var. Neyse, bu son bölüm hakkında hiçbir ipucunda bulunmayacağım. Hissettiğim bu şaşkınlığı, hüznü ve büyüleyici etkiyi sizin de hissetmenizi istiyorum. Kitabın aynı satırlarında buluşsun duygularımız. Keyifli okumalar.

 


 

Kapak fotoğrafı için tıklayınız.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir