Bir Karantina Sabahı: 340. Gün

Bahardan kalma bir kış sabahıydı. Gecenin sessizliği, yerini gündüzün sakinliğine bırakmıştı. Mahmur gözlerle saatini kontrol eden delikanlı, yavaş adımlarla yatağından kalkıp mutfağın yolunu tutmak istemişti ki ısrarlı bir miyavlamadan sonra adımlarını balkona doğru yönlendirdi. Saat 6.30’du.

 

Delikanlı, kadim dostu Şerafettin’in başını okşayarak “Sana da günaydın kazın.” dedi. Balkonun güneş almaya başlayan sol köşesinde yatan kedi hâlinden fazlasıyla memnundu. Şerafettin’i kucağına alan delikanlı, hızlı adımlarla mutfağın yolunu tutmak istedi ancak kedisi bu durumdan hoşnut değildi. Fevri bir hareketle kucaktan atlayan Şerafettin, balkonun sol köşesindeki yerine geri döndü. Bu gibi durumlarda ısrarcı olmamak lazımdı. Ne de olsa kediler özgür ve keyif ehli hayvanlar.

 

Ağır adımlarla kahvesini hazırlamaya başlayan delikanlı, bir yandan da geceden mayalanmaya bıraktığı ekmeğini kontrol ediyordu. Ekmek, fırına girmeye hazırdı. Delikanlı, kahveyi cezveye koyar koymaz fırını hazırlamaya koyuldu. Bir yandan da güne güzel başlamanın ne kadar da basit olduğunu düşünüyordu. Şerafettin’in sesi, kahvenin kokusu ve birazdan mutfağa konuk olacak olan ekmek kokusu vardı. Başka da birşeye gerek yok diye düşündü delikanlı. Gerçekten de sesler ve kokular, bir mekâna aidiyet hissetmemizde çok önemli etkenler.

 

Biraz sonra, kahvesiyle birlikte her zamanki köşesine kurulan delikanlı, aslında seslerin çok daha önemli olduğunu düşünmeye başlamıştı. Her şehrin kendine özgü sesleri vardı. Orasıyla özdeşleşen sesler…

 

Mesela, İstanbul’un martıları ile vapur sesleri vardı. Delikanlı, belli belirsiz bir mırıldanma ile “Ah ne çok özledim…” dedi. Pandemiden önce düzenli aralıklarla seyahat ettiği şehrin bir çok simge sesine hasret kalmıştı. Seyahat kısıtlamaları başlayalı neredeyse 11 ay olacaktı. Koronavirüs salgını, eskiden çok basit ve ucuz bir hâlde olan uçak yolculuğu yapabilme deneyimini yerle bir etmişti.

 

Gerçekten de İstanbul dendi mi akla ilk gelen sesler bu ikisiydi. Hayatın olabildiğince hızlı aktığı İstanbul’u âdeta yavaşlatan ve insanların günlük hayatına sürekli eşlik eden detaylar. Her gün martıları gören ve vapur sesleriyle yaşayan birisinin aslında bunları çok da fark etmeyebileceğini aklından geçiren delikanlı, birden metro anonslarını düşünmeye başladı.

 

“Gelecek durak, Taksim.”

“Next station is Taksim.”

“Sayın yolcularımız lütfen inenlere öncelik veriniz.”

 

Delikanlı, uzun yıllara yayılan gezginlik tecrübesinde bu anonslarla da arkadaşlık etmenin bir yolunu icat etmişti. Keyifli olduğunda o sesleri taklit ediyor, içinden tekrar ediyordu. Daha hüzünlü ya da yorgun zamanlarda ise duymamazlıktan geliyordu. Şimdi ise, garip bir duygu yoğunluğu ile metro ve tramvay anonslarını, hatta havalimanlarındaki anonsları dahi özlemişti.

 

Şerafettin’in ısrarlı seslenişleriyle daldığı İstanbul hayalinden uyanan delikanlı, kadim dostunu kucağına alıp kahvesini yudumlamaya devam etti. Kahvesinin son yudumunu aldıktan sonra, birden ekmek kokuları burnuna gelmeye başladı. Delikanlı, tatlı bir telaşla mutfağa gidip ekmeğini fırından çıkardı. Evet, yine nefis olmuştu. Ekmeğin üzerini örterek balkona dönen delikanlı, Şerafettin ile birlikte yeniden düşüncelere daldı. Sabah güneşi, yerini hafif bir rüzgâra bıraksa da delikanlı yerinde oturmaya devam etti.

 

Kahvesinin verdiği tatmin duygusu, birden en sevdiği ve sürekli gittiği kafeyi hatırlattı. Evde içtiği kahve de güzeldi. Ancak orada, o ortamda içmek kesinlikle bambaşka bir mevzuydu. Delikanlı, kahve hazır olurken barista ile girdiği diyalog ve oradayken karşılaştığı tanıdıklarla yaptığı hoş sohbet de kahvenin lezzetine dâhil olmalıydı diye düşündü. Elbette, bir şehre özgü sesler ve bir mekâna özgü olan seslerin yanında dalga sesi gibi doğal ve huzur veren sesler de vardı.

 

Delikanlının zihninde kendi kendine başlayan bu tatlı sohbet, bir mesaj sesiyle bölündü. En yakın arkadaşı Queen grubundan Radio Gaga şarkısını paylaşmıştı. Aslında, bu şarkıyı çok severdi. Ne tesadüf ki, seslerden bahsederken radyoyla ilgili bir şarkı geldi diye düşündü delikanlı.

 

1984 yılında yayımlanan Radio Gaga şarkısı, radyonun geçmiş hayatlarda yarattığı etki ve önemini anlatarak yavaş yavaş popülerliğini yitirmesine sitem eden bir eserdi. Kucağında uyuyan kedisini yavaşça sevip bir yandan da Radio Gaga şarkısını dinleyen delikanlı, hakikaten de radyonun bir dönem ne kadar önemli olduğunu düşündü.

 

Biraz sonra şiddetlenmeye başlayan rüzgârın hissettirdiği üşüme duygusu, delikanlının tüm düşüncelerini bölmüştü. Kahve fincanını eline alarak mutfağın yolunu tutan delikanlı, “Ne çayı içsem?” diye düşünmeye başlamıştı ki birden son günlerde müptelası olduğu Clubhouse uygulamasından bir bildirim geldi. Öğlen aktivitesine karar vermişti, âdeta modern zamanların interaktif radyosu diye tarif edebileceğimiz Clubhouse uygulaması üzerinden en sevdiği futbol takımı üzerine bir sohbete katılacaktı. Elbette, 1950’lerin, 1960’ların radyosundan çok farklı bir şeydi bu. Son yıllarda popüler olan podcast yayınlarının da ötesinde, çok yönlü ve interaktif bir ses yayınıydı. Delikanlı, YouTube, Instagram ve Facebook’tan sonra dönüp dolaşıp seslerin basitliğine gelmek aslında şeylerin sadece biçim değiştirerek sürdüğüne dair bir gösterge olabilir diye aklından geçirdi. Çay kavanozunun kapağını çevirip, çaydanlığın içine iki kaşık ada çayı koyarken düşüncelerini yeniden kolaçan eden delikanlı buna emindi…

 


 

Fotoğraf: Aaron Burden, Unsplash.

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir