Mikroorganizmalar ya da toksinlerinin, tüm canlılarda ölümlere sebebiyet vermek, panik oluşturmak, hastalık meydana getirmek gibi amaçlarla kişi veya gruplarca kullanılmasına biyoterörizm denilmektedir.[1]
Biyoterörizmin terör örgütleri tarafından bu kadar cazip görülmesinin envayi sebebi vardır. Mikroorganizmalar çok hızlı büyüyen, yayılabilen, insandan insana yayılımın kolaylıkla yaşanılabildiği, topluma korkuyu başarılı bir şekilde saldığı bir olaydır. Bunun yanı sıra biyoterörizm olaylarının tanısını yapabilmek zaman alır, tanı koyulana kadar ise insanları hasta edip korku yayma hedefleri ise çoktan başarılmış olur çünkü mikroorganizmaların vücutta kuluçka süresi sona erdikten sonra vücutta olduklarını belli etmeye başlarlar. Biyolojik silahları hazırlamak için ise mekân bulup mekânı hazır hâle getirmek çok daha kolay, maliyeti daha düşük, daha az efor isteyen bir iştir.
Aslında biyolojik terör suçların eski tarihlerdeki örneklerinde herhangi bir laboratuvar düzeniniden yoksun koşullarda işlendiğini görebiliriz. Örneğin Asurlular (M.Ö. 650) düşmanlarının su kaynaklarını çürümüş çavdarda bulunan çavdarmahmuzu adlı mantar türü ile, Atinalı Solon (M.Ö. 598) ise Krissa kent kuşatmasında yine su kaynaklarını karacaot zehirleyerek ishalin yayılmasına yol açmış ve düşmanını güçsüzleştirmiştir. Tabii milattan öncesinden bahsediyorsak neyin suç olup olmadığı biraz muallakta olmakta fakat ben 20. yüzyılın suç tanımı ile bu konudan bahsetmeye devam edeceğim. 1346 yıllarında Kaffa kuşatmasında yaşanan biyolojik terör olayından sonra da maalesef veba gibi o zamanlar salgına sebebiyet verebilecek herhangi başka bir hastalıktan ölmüş insanların vücut parçalarının düşmanın alanına gönderilmesi de biyolojik salgın başlatmanın ünlü bir yolu hâline de gelmiştir.[2]
1. Dünya Savaşı’nda ise Almanların, karakabacık ve at nezlesine sebebiyet veren B. anthracis ve P. pseudomallei bakterileriyle aşılanmış atları ve sığırları Amerika’ya nakletme girişimlerinde bulunduklarına dair raporlar var. Almanya yine aynı savaşta İtalya’ya kolera hastalığını ve Rusya’nın St. Petersburg şehrine ise vebayı yayma girişimlerine dair de söylentiler bulumaktadır. Almanya ise tüm söylentileri ve raporları yalanlamıştır.
Daha önce de biyoterörrizmin sadece insanlara zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda toplum üzerinde ciddi bir korku da yarattığını söylemiştim. Almanya hakkında atılan bu iddialar doğrultusunda oluşan korku doğrultusunda da uluslararası diplomatik çabalar biyolojik ve kimyasal silahların yayılması ve kullanımı hakkında kısıtlamalar getirmeye yoğunlaştı ve 17 Haziran 1925’de Cenevre Protokölü olan Boğucu, Zehirleyici ve Benzer Gazların ve Bakteriyolojik Araçların Savaşta Kullanımının Yasaklanmasına İlişkin Protokol imzalandı ve 8 Şubat 1928’de yürülüğe girdi. Protokol içeriğinde biyolojik ve kimyasal silahların üretimi, depolanması ve transferi hakkında kesin bir kısıtlama bulunmadığından ötürü protokolde oluşan açıklar protokolü başarısız yaptı. Bizzat kendi bu protokölü imzalayan Belçika, Kanada, Fransa, İngiltere, Hollanda, Polonya, Japonya ve Sovyetler Birliği ise imzaladıktan hemen sonrasında biyolojik silah geliştirmeye devam etti.[2]
1. Dünya Savaşı sırasında ise protokoller imzalanmış olsa da biyolojik silah üretimine ciddi bir şekilde devam eden Japonya, Shiro İshii ve ardından Kitano Misaji’de bir sürü deney gerçekleştirmiş, bu deneylerde kullandıkları antraks, kolera, menenjit patojenleriyle 10.000 kadar mahkûmun hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Birim 731 adlı bölgede kurulan merkezde 150 bina, 3000’den fazla bilim insanı ve işçi bulunmaktaydı. 1941’de başlayan İngilizlerin biyolojik savaş üretme girişimleri ise deneylerin yapıldığı Gruinard adasının 40 yıldan fazla B. antraks sporları ile kontamine olmasına sebep oldu.[2] Bunun sebebi bakterilerin spor oluşturdukları zaman daha dayanıklı hâle gelmeleridir. 1980’lerde bölge yakılarak ve deniz suyu %5 formaldehitle spreylenerek dekontamine edildi. 1987’den itibaren ise bölge koyunların otlayabilmesi için yeniden güvenli hâle geldi.[3]
1984’de ise farklı bir olay yaşanıp biyolojik silah dış güçlere karşı değil de ülke içi farklı görüş taşıyan insanlara karşı, Rajneeshee tarikatı Oregon eyaletinde 1984 Wasco ilçe seçimlerini kazanmak için kullanıldı. Tarikat 4 farklı restoranta yaydığı salmonella salgınıyla yaklaşık 700 kişiyi hasta etti.[4] Bu arada küçük bir not: Rajneesheeler kişisel gelişim kitapları reyonunda 1. sırada gördüğünüz Osho’nun insanlarıdır. Daha sonra biyoterörizm Amerika’da gerçekleşen 11 Eylül terör saldırılarının akabininde de gözlemlendi. Bazı kuruluşlara toz hâlinde gönderilen mektuplarda toz hâlinde şabon spotlarına rastlandı, bu yüzden ABD’de belli bir süre boyunca posta işleri sekteye uğradı.[1]
Yasal kısıtlamalara ve ülkemizdeki duruma bakacak olduğumuzda bu konuda imzalanan ilk protoköl daha önce yazıda bahsettiğim Cenevre Protokolü’dür. Protokol içeriğinin yeterince kapsamlı olmamasından ötürü 1972’de Biyolojik Silahlar Sözleşmesi (Biological Weapons Convention) imzalandı.[5] Her ülkenin BWC’ye uymak adına getirdiği kanunları vardır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de bunun ile alakalı yasa bulunsa da KKTC’de bu konuda herhangi bir yasa bulunmamaktadır.[6] Şahsen bunu büyük bir açık olarak görmekteyim.
Referanslar
- Yükselen, O., Erdem, R. (2016). Biyoterörizm ve Sağlık
- Riedel, S. (2004) Biological Warfare and Bioterrorism: A Historical Review.
- Thwaite, E., Atkins, H.S. (2012). Gruinard Island – an overview
- Török, T.J., et al. (1997) A Large Community Outbreak of Salmonellosis Caused By Intentional Contamination of Restaurant Salad Bars.
- Biological Weapons – UNODA.
- https://rm.coe.int/CoERMPublicCommonSearchServices/DisplayDCTMContent?documentId=0900001680640f00#:~:text=Also%2C%20in%202007%20the%20Republic,upon%20conviction%20is%20liable%20to