Hiç Bu Kadar Tedirgin Olmuş muyduk?

Kıbrıs üzerine olan müzakerelerde herhâlde 58-59’lardan başlayarak gösterdiğimiz gelişme, diziye figüran olarak gelip daha sonra “two-man show” formatına doğru ilerlerken üstün ve fotojenik başarımız zaten toplum içerisinde de hep ilgi çekiciydi. Kıbrıs meselesinin siyasetle ilgili çok açık arayla bir numaralı mesele durumuna gelmesi, siyasetin kalanıyla ilgilensin veya ilgilenmesin halk olarak el ele verip tüm süreçlerin tüm konularını ve hatta “iddia edilen” konularını ABC Planı veya Gali Fikirler Dizisi ile başlayarak Crans-Montana’da masanın koptuğu yeri, hatta kapalı kapılar arkasını, gece gizli oda sohbetlerini ve hatta kimsenin görmeden BM Genel Sekreteri güvencesiyle kasaya kilitlenen haritaları bile “sudere” bilmemiz çok olağan oldu hep.

 

Bu görüşmeler öncesi bütün paydaşların çapraz eşleşme usulü ile birbirlerini tartması, en azından masada nelerin tartışılıp nelerin tartışılmayacağını anlamak hususunda bir nebze de olsun fayda sağlıyordu. Ancak bu tarz görüşmelerin özellikle kuzeydeki masalarından çıkanların yüz ifadesinden anlaşılacağı üzere henüz bizim açımızdan kimsenin masaya ne götüreceğimizden emin olmadığı bir gerçek. Bu tarz süreçlere, özellikle yeni pozisyonlar oluşmadan önce yeni ekipteki kişilerin çok uzun çalışmalar ortaya koyması, hem fikir birliğinde olup hem de bu fikir birliğinin içerisinde yeni pozisyonların altını doldurması gerekir. Buna karşın müzakere heyetine akademik çalışma miktarı açısından (yani makale yayını, akademik sıfat gibi) en yoğun tecrübe ile katılan Hüseyin Işısal Hoca’nın müzakere heyeti üyesi olduğu görüşmelere katılacağını öğrendiğinde şaşırarak sevincini paylaşması bile aslında kendisi ile ne kadar sık istişare yapıldığını (!) bir nebze de olsun gösteren bir durumdu.

 

Cumhurbaşkanlığı ekibinin yeni formasyonu müzakerecileri de içerisine alarak değerlendirdiğimizde aslında burada liderliğin fonksiyonunun ne olacağına dair fikirler edinmemiz mümkün olabilir. Ekibin içerisinde resmen yer almayan ancak Cumhurbaşkanlığı ile ilgili meselelerde ciddi çalışma yürüttüğünü bildiğimiz Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu ve danışmanlar Aydın Akkurt ve Latif Akça’nın Ergün Olgun liderliğinde üstlendiği görevler aslında belirli bir mantık dâhilinde ilerlemektedir. Başta Özel Temsilci Ergün Olgun, bu sıfatıyla emeklilikten dönüp başını çekeceği müzakere heyetine önemli bir birikim getiriyor. Bu birikimin önemli kısmı da 1. Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ın müsteşarlığını yaptığı dönemden yaşadıklarını kapsıyor. O dönemlerin bol manevralı ve çok taraflı ilerlemelerini düşündüğümüzde Olgun’un tecrübesi ile Ersin Tatar’ın gaflarını toparlar durumda olması ve ekibin kalan işlerini koordine etmesi önemli. Tahsin Ertuğruloğlu ise fikirsel olarak sürece bir şey katmıyor olsa da aslında kullandığı jargon, yerli ve yabancı siyasi elite mesajı aktarma konusunda ortaya bir fark koyuyor özellikle Ersin Tatar’ın belirli bir konuda odaklanıp iletişim kurmakta sıkışacağı zamanlarda Dışişleri Bakanı tavsiyesine başvurabilmesi kendisi adına faydalı bir alternatif olarak duruyor.

 

Öte yandan Aydın Akkurt’un başı sıkışınca Tufan Erhürman’a yersiz/anlamsız gözüken bir mesaj yazarak bir anda gündem değiştirme çabasından da görüleceği gibi hayatı boyu çok sık yaptığı provokasyon ve manipülasyon üzerinden algı çalışmalarını, özellikle Türkiye’deki milliyetçi kitlenin reaksiyonunu istenilen noktaya çekmek konusunda muhtemelen çok sık kullanacaktır. Bu nedenle herhangi bir konuda yoğun bir eleştiri gündemi oluşursa Cumhurbaşkanlığı aracılığıyla gelecek imzasız bir bildiri ile gündemin ani ve seri olarak değişme çabası çok da şaşırtıcı olmayacak. Milliyetçi kesimin aktif isimlerinden Latif Akça da sivil toplum örgütlerinden sorumlu olarak hem göçmen derneklerine hem de Mücahit derneklerine meseleleri taşıma sorumluluğunda olacak. Taze UBP Genel Sekreteri Oğuzhan Hasipoğlu’nun deniz hukuku ve mülkiyet üzerine katacakları ile beraber Güneş Onar, Sülen Karabacak ve Ayşe Balcıoğlu’nun teknik tecrübeleri kendilerini heyette ayrı bir yere koymak gerekir.

 

Bunlar göz önünde bulundurulduğunda bizim heyetin masaya bir şey sunan taraf mı yoksa Türkiye’nin sunduklarını onaylayan taraf mı olacakları bir muammadır. Ersin Tatar’ın dış politika söylemlerinin genellikle aynı şeyleri tekrar etmek üzere olduğunu düşündüğümüzde kendisine tekrar etmesi için Türk Hariciyesi tarafından hazırlanmış daha derinlikli fikirler umalım ki hazırdır. Tabii kendisinden beklenen çok bir durumla muhatap olmadan masayı ünlü esprileriyle ısıtması ve morallerin yüksek tutulmasını sağlamak ve bu esnada da Mevlüt Çavuşoğlu’nun Crans-Montana’da yarım kaldığı iddia edilen gece yarısı görüşmesini reklamlardan sonra Nicos Anastasiades ile sürdürmesine gölge etmemek olabilir. Tatar ve ekibinin alternatif bir yol üretme kapasitesinin sınırı düşünüldüğünde görevler bakımından teknik ekibin olası gafları önleme, siyasi ekibin de oluşacak şartlara göre iyi bir kılıf bulma görevleri öncelikli olabilir.

 

Tabii seçim zamanından biraz evvel başlayan bu iki devletli çözüm meselesini ne Türkiye tarafından ne de bizim tarafımızdan kimsenin somut bir öneri ile anlatamamasının endişelendirici olması aslında çok da kompleks değil. Çünkü böyle durumlarda her an her şey olabiliyor. Mesela AİHM’de yükselen davalar, Taşınmaz Mal Komsiyonunun uygulama yapmadığı askerî bölgelerde de artık bir işlem yapılmasını zorlayacakken bir anda Maraş’ın “açılmasını” görmemiz, alınan pozisyonda gelecek zararı önlemek adına vakit kazandırıcı rollere bürünüyor. Normal şartlarda özellikle Türkiye’deki mevcut iktidarın “Maraş’ı Rum sahiplerine geri veriyoruz” demesi politik sebeplerle mümkün olmadığından ortaya bir fetih süsü verilmesi veya bu süsün üzerine burada verilen tepkileri de “işte bu Rum-AB sevdalıları bakın nasıl kızdılar, doğru yapıyoruz o zaman” diyerek lanse etmeleri aslında bundan sonraki sürecin ne kadar belirsiz olduğunu gösterir durumdadır. Yani yarın gerek gaz konusunda gerekse diğer konularda köşeye sıkışınca ne yapılacağını bilmiyoruz. Bir zaman kazanma faktörü var ama o zamanın ne getireceği de belirsiz.

 

Belki de halk olarak 50’lerin sonundan beri ilk kez görüşme masasına bu kadar yabancı olarak gidiyoruz. Görüşme heyetinin bile muhtemelen önerebileceği bir şey olmadan elde sadece iki cümlelik bir söylemle çok kritik bir görüşmeye gidiyoruz. “Federasyon olmuyor. Egemen eşitlik temelinde iki ayrı devlet görüşelim.” cümlelerinin zaten uluslararası bir karşılık göreceğini sanırım kimse düşünmüyordur. Anlaşılan AB ile Türkiye arasında belli başlı konularda ilerleme kaydedilene kadar, Doğu Akdeniz’deki sondaj gemilerinin başına dikilen savaş gemileri gibi müzakere masasının ortasına iki devletlilliği çekeceğiz. Sonrası artık tanrılar ne isterse…

 

Filler tepişirken unutulmaması gereken bu statükonun, zaman geçirici hamlelerin hepimizin hayatını ne kadar etkilediğidir. Kimlik arayışıyla, imkânsızlıklarla 19. yüzyıldan beri verdiğimiz göç hiç durmadı, hatta ekonomi yıkıldıkça artık daha da artıyor. Bunlar hep klasikleşmiş, kemikleşmiş laflar ama bizim federasyon ya da iki devletli fark etmeksizin artık bir çözüme, bir statüye, bir varlığa ihtiyacımız var. Bir güvenceye ihtiyacımız var. Herkesin astığı astık, kestiği kestikken onurumuzu savunmak için, savunacak olanı desteklemek için biraz doğrulmaya, gün yüzü görmeye ihtiyacımız var. Bu toplumun verdiği varoluş mücadelesi önce Rumlara karşı değil, gitmek ve kalmak arasında başladı. Gidenler gitti, kalanlar hep eksildi. Göç, yokluk bu toplumu bütün savaşlardan çok eksiltti.

 

O nedenle bu işler çocuk oyuncağı değil, birileri de Cenevre’ye hoppaya gitmiyor. Bizim geleceğimiz için gidiyor, bizim geleceğimizi konuşuyor. Bu yükün altında az da olsun ezilerek söylediklerinizi nasıl yapacağınızı bize de dünyaya da anlatmak zorundasınız. Zaman kazanacaksanız, biz kaybedeceğiz. Biz kaybettiğimiz zaman ise kazandığınız zamanın hiçbir anlamı olamayacak. Ne olacaksa olsun ama artık bu halk, bu topraklarda rahatça, kardeşçe yaşasın. Bir kimliği olsun, bir tapusu olsun, bir işi olsun, dünyalı olsun. Yaşadığı devlet gerçek mi, büyüdüğü ev kendinin mi, verdiği oy anlamlı mı diye her gün kendini sorgulamak zorunda kalmasın. Çünkü bizim kimseyi ikna edecek gücümüz kalmadı.

 


 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir