Çatışmacılık sosyoloji tarihinin en önemli ve kritik teorilerinden biridir. Çatışma kuramına teorik olarak yaklaşıldığında, odağın aslında toplumsal düzenliliğin aksine eşitsizliğe, tabakalaşmaya ve bu sebeplerden doğan rollere ve davranışlara bağlı olduğu görülmektedir. Çatışma kuramı, toplumun genel düzenini açıklayan ve işlevselcilik kuramına, yani toplumun birlikte işleyen ve birbirine bağlı birimlerden oluşan bir düzen olmasına karşı alternatif olarak çıkan bir teoridir.[1]
Toplumlar farklılıklardan oluşmaktadır. Bilinen insanlık tarihi yüzlerce yıl savaşla geçmiştir. Yani insanlık tarihine bakıldığında gerek bireysel gerekse grupsal olarak karşılıklı olarak farklı amaçlar için şiddetli mücadeleler yaşanmıştır. Farklılıklar arasında da sürekli olarak çıkar çatışmaları gerçekleşmektedir. Çatışma kuramı birçok sosyolojik teoriye kaynaklık etmiştir ve en önemli katkılardan biri ise, hepimizin ilk aklına gelen Karl Marx tarafından yapılmıştır. Marx, diyalektik materyalist kavrayışına bağlı olarak tarihi ve toplumları sınıfların çatışmasına bağlamıştır.
Marx, 1881 yılında Almanya’da orta sınıf bir ailede dünyaya geldi ve üniversite eğitimi boyunca hukuk, tarih ve felsefe üzerine odaklandı. Serinin ilk yazısında da üzerinde durduğum gibi, sosyoloji şu anki bütünlüğünü aslında Karl Marx durumunda da gördüğümüz gibi klasik düşünürlerin ve öncülerin zemindeki eğitimlerinin çeşitliliğine borçludur. Marx, kariyerine akademi ile devam etmenin aksine ekonomi ve işletmeye olan ilgisi sebebi ile, sanayileşme döneminde işçilerin çalışma koşullarını araştırmaya ve gazeteciliğe odaklandı. 1848 yılında Almanya’daki devrimde kendisi de yer aldı ve aynı yılda Friedrich Engels ile şu anda önemini koruyan Komünist Manifesto’yu yayınladı. Devrimci görüşlerinden dolayı Almanya ve Fransa’dan sürgün edilip hayatını İngiltere’de devam ettirdi.[2]
Karl Marx’a göre tüm toplumsal yapılar ve enstitüler maddi konumların farklılaşmasına ve eşitsizliğe göre oluşmuştur ve bu eşitsizlik de toplumlardaki, bazen açık, ama çoğu zaman gizli çatışmayı sürdürmektedir. Marx’ın çatışma teorisine göre, burjuva (üretim araçları sahipleri ve kapitalistler) ile proletarya (işçi sınıfı ve yoksullar) arasındaki sınıf çekişmeleri kuramın ana noktasıdır. Marx, Avrupa’daki kapitalizmin yükselişini burjuva ve proletarya arasındaki çıkar çelişkilerine ve haksız şekilde paylaştırılan kaynaklar ile açıklamakta idi. Marx’ın çatışma kuramı tarafından açıklanan sistem, eşit olmayan toplumsal düzen ve burjuva tarafından belirlenen değerler ve koşulların kabul edilmesini sağlayan ideolojik bir baskı yolu ile sağlanmaktadır. Marx’ın kuramını bir formül ile açıklamak gerekirse toplum, altyapı ve üstyapı ögeleri tarafından kurulu bir sistemdir. Bütünün, yani toplumun temelini ise altyapı oluşturmaktadır. Marx’ın altyapı dediği kategori üretim güçlerini, yani araçlar, aletler ve iş gücünü ve üretim ilişkilerini içermektedir. Marx’a göre toplumun yapısını biçimlendiren ve sosyal sınıfların oluşumunu belirleyen üretim ilişkileridir. Yani üstyapı, altyapıdan kaynaklanır. Üstyapı maddi olmayan ögeler (ideoloji, din, ahlak vb.) tarafından kuruludur ama maddi tabanı oluşturan altyapı ile ilişki içindedir.[3]
Marx, proletarya için sosyoekonomik koşullar kötüleştikçe kapitalist burjuvanın elindeki sömürüyü ortaya çıkaran bir sınıf bilinci geliştireceklerini düşünmekteydi. Ardından ise durumlarını değerlendirmek için taleplerde bulunarak, isyan edileceğini öngörmekte idi. Ancak Marx’a göre, eğer talepler kapitalist sistemin içinde tatmin edilirse bu çatışma bir döngüye dönecektir. Bu döngüyü de bozabilecek tek şey barış ve istikrarın sağlanacağı yeni bir toplum düzeni -sosyalizm- olacaktır.[4]
Bugün Karl Marx’ın ölümünden bir asırdan fazla zaman geçmesine, global bir kapitalist sistemde olmamıza ve politik sistemler ile ilişkilendiren teorilerinin dünyada görülmemesine rağmen hâlâ onun görüşünde çatışma kuramını okuyoruz. 19. yüzyılın ortasında bugünün global ekonomisi üzerine olan tahminleri ile, Marx doğuşundan 200 yıl sonra bile hâlâ bugünün toplumu ile bağlantılı.[2]
Karl Marx’a ek olarak çatışma teorilerine katkıda bulunan başka sosyologlar da bulunmaktadır. Örneğin, Georg Simmel’e göre gruplar arasındaki çatışma, ortak bir algı yaratıp, grup dayanışmasını ve merkezleşen otoriteyi sağlamaktadır. Bu gruplar arası çatışmalar ise bilinçli ve bütünleşen gruplara sebep olur. Yani Marx’ın aksine, Simmel’e göre, çatışma olumsuz değildir. Feminizm içinde de benzer bir çatışma kuramı görülmektedir. Cinsiyetler arası olan çatışmalar ataerkil toplum düzenini destekler; aynı sınıflar arası çatışmalar ve kapitalizmde olduğu gibi.
İnsanlık tarihi boyunca çeşitli türde çatışmalar yaşanmıştır ve bu çatışmalara farklı açıklamalar getirilmiştir. Ancak özellikle Soğuk Savaş sonrasında, bu çatışmalar makro, örneğin devletler arası olmak yerine, 21. yüzyılda kimlik temelli çatışmalar daha yaygınlaşmıştır.[5] Yani çatışma teorisi kaynakların, gücün ve sosyal statünün toplumda eşit olmayan bir şekilde dağıtılması ile ilgilidir. Bu eşit olmayan dağılımlar ise hem toplumdaki değişimlerin motorudur, hem de bulunan sistemi idame ettirmek ile ilgilidir. Çatışma kuramı, yukarıda da belirtilen işlevselci kurama karşıt bir alternatif olarak, sosyolojinin temel tatışmalarından birini oluşturmaktadır.
Kaynakça
[2] Dillon, M. (2014). Introduction to Sociological Theory: Theorists, Concepts, and Their Applicability to the Twenty-First Century. 2nd ed. Oxford: Blackwell Publishing Ltd.
[3] Cole, N. L. (2019). Çatışma Teorisi. Greelane.
[5] Akdağ, İ. (2020). Çatışma Teorisi Bağlamında Tarihsel-Toplumsal Çatışmanın Değişen Biçimleri Üzerine Bir İnceleme. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi 15(10), 5233-5251.
Fotoğraf için tıklayınız.