Kıbrıs yazlarından tatlı bir Girne sabahından yazıyorum bu yazımı. Kahvemi yeni yudumlamış, ailemin dışarı çıkmak için hazırlanmasını beklerken. Hava oldukça sıcak fakat tenimi okşayan rüzgârın huzurunu yaşıyorum ve ondan aldığım güçle yazımı devam ettiriyorum. Bugün huzurum bir rüzgâra dayanmıyor, bugün ben daha fazla Kıbrıs gibi bir adada yaşayabilmiş olmanın şükranı içerisindeyim.
Küçükken hep sorgulardım. “Neden Kıbrıs’ta doğdum?”, sonra Kıbrıs’ta doğmuş olmayı bir kenara bırakır “Neden kuzey yarısında doğdum?” derdim. 10 yaşlarındaysanız ne milliyetçilik ne de yurdunuza bağlılık kafanızda pek bulunmuyor. Büyüdükçe bu söylemler her şeye rağmen farklı boyutlar alarak devam etti. Sıklığı zaman zaman arttı, zaman zaman çoğaldı. Bazen mecalim kalmadı mantıktan yoksun bu ada yarısında, fırsat kıtlığında yaşamaya. Fakat bir yurt, yurtsuzluktan evladır derler ya, ikiye bölünmüş bile olsa. Ayşe Kulin’den öğrendim bunu ben. Yaşayamadıklarımın çoğunu kitaplardan ve insanlardan. Yıllarca savaşlarda ordan oraya sürüklenmiş bir ailenin, “Başımı dahi bağlasalar burdayım.” diyen kızından. Bu yüzden ortasından ikiye bölünmüş olsa da yurdum, yine de mutluyum ait olabilmekten bir yurda. Ve bugün sabah, çevirirken Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” kitabının sayfalarını, yeni bir farkındalığa ulaştım. Cennet parçası bir adadayım, her şeye rağmen. Üstünde dönen pis oyunlara rağmen, kötü bir yönetime rağmen, tarih boyunca aldığı yaralara rağmen, hâlâ cennet gibi olmaktan bir parça kaybetmemiş. Hatta aldığı yaralar ve üstündeki tüm yaşanmışlıklar, burda yaşamayı bir bakıma daha da özel ve değerli kılmış. Düşünsenize, neler neler atlatmış bu ada, bu surlar, bu tarihî binalar. Kimler kimler geçmiş denizinin kıyısından. Çok uzak olsak da o yıllara, artık aramızda Venedikliler, Lüzinyanlar, Asurlular, Mısırlılar diye tanımlanan etnik gruplar dahi olmasa, burada yaşanmış hayatları düşünmek burayı özel kılıyor. Duvarlarına dokunurken surların, kim bilir kimler kimler dokundu bu duvarlara diye düşünüyorum. Bizim gibi bir sürü ölümlüyü görüp geçiren o surlar hâlâ sapasağlam ayakta.
Ve tabii yaşanmışlıklar bir yana, böyle güzel, bizi “adalı” yapan şeyler var burada. Mesela yoğun bir iş günü sonrası 5 dakika mesafedeki denize gidip de dingin dalgaların sesini dinleyebilmek, dingin dalgalar içerisinde rahatlayabilmek gibi. 30 dakikalık yolun bize epeyi uzak ve uzun gelmesi gibi. Evde bulunan domates, salatalığın, güvendiğimiz bahçelerden ve yine evde bulunan meyvenin, çiçeğin, bizim bahçemizden olması gibi. Var mıdır bir Kıbrıslı, bahçesinde bir bitki dahi olmayan? Bir begonvil, bir yasemin, bir sardunya, bir portakal veya bir limon ağacından yoksun? Çok değil, bir 30 sene öncesine kadar bir Kıbrıslı geçimini tarımdan ve hayvancılıktan yapardı. Dedem de onlardandı. Hiç tanıyamadığım, genç yaşında kalp krizine kaybettiğimiz canım Ahmet dedem. Limon ağaçlarımız varmış bir sürü. O vefat ettikten 2 sene sonra girdim eve. Hatırlarım, 2000’lerin başında hâlâ bahçede, kafesin içerisinde tavuklarımız vardı. Köyde yediğimiz tavuk bile bahçemizde yetişirdi. Babam hep anlatır, sütü hayvancılardan alıp norumuzu hellimimizi bir elden halamlarla nenem yaparmış. Eli ayağı tutsa da, kalksa bana da öğretse keşke. Neyse, bizi bir Kıbrıslı, bir adalı yapan yanlarımız var. Yıllar içinde bazı şeyler değişse de, o kadar değişmedik aslında. Seviyorum ben bu adayı, her şeye rağmen.
Seviyorum, bu adanın berrak denizlerini.
Seviyorum, bu adanın yasemin tüten bahçelerini.
Seviyorum, bu adanın sıcak kanlı insanlarını.
Seviyorum, bu adanın çalgısını çengisini.
Seviyorum, bu adanın kumunu güneşini.
Seviyorum, bu adaya ait her şeyi.
Seviyorum, her şeye rağmen.
Adalıyım ben. Kıbrıslıyım. Zevahirim uzak olsa da gönlümdeki en küçük noktaya kadar Kıbrıslı.
Nereye gidersem gideyim, hep Kıbrıslı.
Bir yurt, yurtsuzluktan evladır.
Yurtsuz kalmamak, yeni bir ev aramaya mecbur kalmamak dilekleriyle.