Kuzey Kıbrıs’ta Kentleşme (4)

4 parçalık yazı serisinin üçüncü parçasına buradan ulaşabilirsiniz.


Dokular, Projeler

Efsanevi gruplarımızdan olan Sıla 4’ün “Kıbrısım” adlı parçasında yer alan “Lefkoşa merkezidir, Kıbrıs’ın şerefidir” sözleri gibi, Lefkoşa Kıbrıs’ın en güzel yüzü ve bakıldığında gurur duyulacak bir düzene, bir dokuya sahip olmalıdır, ya da olmalıydı desek daha doğru olur. Fakat içinde bulunduğumuz mevcut ekonomik ve siyasi durum neticesinde Lefkoşa’nın o eski güzel günlere kısa sürede dönmesi bir hayalden öteye geçemiyor maalesef. Değişen demografi ve çarpık çok kültürlülük anlayışı, şehrin tam anlamıyla feleğini şaşırtmış durumda.

 

Tabi o günlerden geriye ne yiyip yiyip bitiremediğimiz yeşil Girne Dağları, ne de özgürce gidip sefasını sürdüğümüz Baf’ın güzel bağları kaldı bize. Mağusa’nın hisarları mı? Yakın zamanlara kadar kaderine terk edilmiş, kendisine hiç yakışmayacak derecede bakımsız olmasına rağmen, son zamanlarda -çok şükür- birkaç güzel restorasyon projesi olmasaydı onu da kurtaramayacaktık diğerleri gibi. Ha çok mu iyi durumda? Hayır, kesinlikle değil. Kötünün iyisi diyelim. Yapılabilecek daha çok şey var, yeter ki istek olsun.

 

Bir siyasimiz, yakın zamanda Mağusa’daki BM kampının şehir içinde kalmasına sitem etmiş, kampın şehir dışına taşınmasını talep etmiş, bunun için arazi tahsis edebileceklerini söylemişti.

Kime? Kıbrıs’taki Birleşmiş Milletler Barış Gücüne.

Ne için? Park yapacaklarmış.

E inşallah!

Park diye başka projelere peşkeş çekmezsiniz umarım, amacına uygun vaziyette kullanılır.

 

O arazinin park olması çok güzel bir düşünce, aksi yönde yanlış anlamayın, kişi başına sadece 2,9 metrekare yeşil alan düşen Mağusa şehrinin yeşil alan ihtiyacını bir nebze olsun giderecek; komşusu olan popüler alışveriş caddesi Salamis Yolu’nda bir nefes alma yeri, canlı bir uğrak mekan olacak.

 

Fakat ülkemizin dört bir yanı askerî birliklerle doluyken, en basit örnek olarak Dereboyu (Mehmet Akif Caddesi) yanındaki askerî birlikten yol geçirmek isteyerek Kanlı Dere’yi rehabilite etmek isteyen ve bu sayede Dereboyu’nu bir “Mecburiyet Caddesi” olmaktan kurtarıp farklı bir vizyon katarak bir kültürel etkileşim ve turistik cazibe merkezi haline getirmek isteyen Lefkoşa Türk Belediyesi, askerî makamlarımızca engellenirken ve bürokratik tonla engel çıkarılıyorken ve sizler buna karşı bir şey yapamazken; deniz kenarında güzide şehrimiz olan Mağusa’nın denize olan bağlantıları askerî kontrol ile kısıtlanmışken ve siz buna yine ses çıkaramıyorken, siyasi iradeniz ancak BM’ye yetiyor. Bizim kendi (!) askerimize yetemiyor.

 

Yayalaştır da “Gorkma”!

Dereboyu demişken, arkadaşımız Mehmet Göksu’nun bu caddenin kullanımı hakkında şuradan görebileceğiniz çok güzel bir yazısı vardı. Turistlerin “bizim tarafta” zaman geçirememesi, Surlariçi’nden dışarı adım attığı anda o güzelim caddelerimizin, kaldırımlarımızın ve genel itibariyle çevremizin adeta bir tokat misali yüzlerine çarparak sınırın öte yanına tekrar yollaması bilinen şeyler. Zaten sınırın bu tarafına geçince zavallılar, düzensiz tipik bir Orta Doğu kentinde buluyorlar kendilerini. Yaşadıkları kültür -değişimi- onlara yeter de artar, ne gerek var uzatmaya?

 

Dereboyu yayalaştırma projesi fikri gayet yerinde ve güzel bir fikir olarak kullanılabilir. Caddenin bir bölümü tamamen trafiğe kapatılabilirken, bir bölümü de araçların tek yön olarak kullanabileceği yollara dönüştürülebilir. Bu sayede caddede yaya akışı büyük ölçüde rahatlayacak ve bölge bir nefes alacaktır. Bu sayede belki turistlerin surların dışında da gidebilecekleri yerler olacak. Tabii bunun gerçekleşmesi için olması gereken, Dereboyu’nu güzelce düzenlemek ve kaostan kurtarmak, alternatif olarak yeni yollar, arterler yaratarak oradaki trafik yükünü azaltmak gerekir, yukarılarda bahsettiğim yerlerden geçirmeye çalışarak.

 

Bugün şehirlerimizde ana atraksiyon merkezleri olarak niteleyebileceğimiz alışveriş caddeleri bu örnek vasıtası ile yayalaştırabilir, araçlardan kurtulan yollarda insan canlılığı yaratılabilir. Düzgün planlama politikalarıyla, rantsız projelerle her şey mümkün olabilir, yeter ki işi anlayana, bilene, ehline, bu konuda eğitim görmüş kişilere bırakılsın.

 

Tabi ki bu konuda halka da danışacaksınız, biz yaptık oldu demekle bu iş olmaz, mutlaka orada yaşayanların, oraları her gün kullananların da fikrini almak zorundasınız bunları yaparken. Yoksa şu anki imar planı tartışmaları gibi bir çok anlaşmazlık ortaya çıkar, tepki çekersiniz. Pekâlâ halkın her dediğini popülistçe yapmak, inşaat şirketlerimizin “50 katlı” astronomik fikirlerine boyun eğmek de çözüm olmayacaktır. Şehrin her noktası ayrı özelliklere sahip olmakla beraber, ihtiyaçları ve yapılabilecekler listeleri tamamen farklıdır.

 

Dokuyu bozmamaya, görüntü kirliliği yaratmaya mahal vermeyecek şekilde dikkatlice hazırlanacak olan planlar, halkın büyük kesimini memnun edecek. Bana soracak olursanız, yatay yapılaşma taraftarı olduğumu hem görsel açıdan, hem de rahatlık açısından belirtmek isterim. Mesarya gibi dümdüz ve boş arazilerin olduğu yerlerde birçok kişi yaşayabilir. Kıyıya yaklaştıkça kat sınırları artırılabilir tabi, sonuçta o kısımlara talep daha fazla olacağından karşılama esasında yararlı olacak, o kültürüne ve yaşayış tarzına özendiğimiz “Amerikanvari” tarzda gökdelenler gibi olmasa da “Miami” havalarına yaklaşabileceğiz. Tabi bunları yaparken arada nefes alacak boşluklar da unutulmaz umarım, sıkış sıkış nereye kadar.

 

Zaten bu baş döndürücü hızda gelişen ve oturmamış mimari değişim ve buna bağlı olarak yaşam tarzlarımız değil midir bizim eski samimi şehir yaşamımızı öldüren? Binalar, şehirler büyürken diğer yandan biz küçülüyor, yalnızlaşıyoruz. Güzel kültürümüzü, daha fazla maddiyat uğuruna, daha fazla görkem uğuruna kurban ediyoruz.

 

Şehirler Yaşanılacak ve Korunulacak Yerler midir, Yoksa Kâr Makineleri midir?

Ülkemiz turistik bir ülke nazarında gezilecek görülecek mekanlar ve kentler olarak zengin durumdadır, fakat ülkemize gelen turistler şehirlere ve çevremize nasıl davrandığımızı, çağdaşlık seviyemizi görünce tipik bir Orta Doğu ülkesi olduğumuzu söylemekten kendilerini alamıyorlar. Özellikle bugün Güney Kıbrıs ile aramızda her bakımdan büyük farklar vardır. Bunlardan sadece bir tanesi şehirlerimize nasıl baktığımız, aslında zincirleme reaksiyon olarak diğer konularda da ön plana çıkıyor.

 

Bizler neden şehirlerimizin dokusunu koruyarak onları turistik bir malzeme haline getirmeyelim? Neden onlara sadece mecburiyetten kalınacak yerler olarak bakıyoruz da biraz olsun temizliğine, görünüşüne ve uluslararası toplumlarda imajımızı düzeltecek şekilde sahip çıkmıyoruz? Belediyeler maddi kaynak ihtiyacıyla boğuşurken bir kaç “çok vatansever” şirket neden çıkıp da bu güzelleşmeye katkı sağlamıyor? Kâr getirmediği için mi bu gibi yatırımlar? Yoksa para sevgisi ağır mı basıyor maalesef? Hâlen, bu kapitalist sistemde biraz bile olsa, kâr makinelerine dönmekten biraz cayabiliriz diye düşünüyorum.

 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir