Üniversite eğitimim için gittiğim, 4 sene boyunca yaşadığım Londra’dan döneli yaklaşık 5 ay oldu. Sistem ve düzen ülkesinin başşehrinden, küçük adamıza geri döndüğümde şüphesiz büyük korkularım vardı ve Londra’ya geri dönmek isteyeceğimi düşünüyordum.
Genel algı şuydu:
“İngiltere’den almış olduğum eğitim Kıbrıs’ın yetersiz şartlarında değersizleşecek ve ‘boşuna’ okumuş olacaktım.”
Hiç kuşkusuz, iyi bir eğitim alabileceğim ve kaliteli bir yaşam sürebileceğim ülkelerden birinde okudum. Kendi kendine sorun çözebilmeyi öğreten ve buna teşvik eden bir eğitim sistemiyle tüm hayatınızı idame ettirebilmek gayet mümkün. Ezberden çok araştırmayı ve bir olayı çok yönlü ele alabilmeyi hedefleyen sistem günlük hayatınızda da her insana karşı eşit hakların tanınabileceğini öğretiyor. Eğitim sisteminden devlet dairelerine, ulaşımından alışverişine, her ne kadar sorunlu olduğu söylense de Kıbrıs şartlarına göre daha sistemli ve insan odaklı çalışan sağlık sisteminden (NHS) polisine, her alanda düzenli şekilde işleyen bir ülke.
İngiliz halkı için küçük, kendim için büyük kazançlar elde ettiğim 8 milyonluk Londra nüfusunda belki de etkisiz bir elemandım. Herkesin kendi işine odaklandığı, günlük hayatın koşuşturmacası içinde sizin ne giydiğiniz, ne yaptığınız, kim olduğunuz, nereden geldiğiniz herhangi bir önem taşımasa da bir bireysiniz ve insan olmak sonuna kadar hakkınız. Sanılanın aksine İngilizler soğuk değil ve açık ara farkla nezakette bizi çoktan listeden atmış durumdalar. Teşekkür etmek, lütfen demek, bir binaya girerken arkanızdan gelecek olan insanlar için kapıyı açık tutmak ve en önemlilerinden biri de bir şey için sıra beklemek öğrencilik hayatımın en önemli kazanımlarından oldu.
Peki bu kadar güzelliği neden bırakıp da şu işe yaramaz düzelmeyen ülkeye geri geldim?
Aslında üniversiteye giderken gidip bir daha dönmeme gibi bir amacım hiç olmadı. Okurken İngiltere’nin ne kadar sistemli bir ülke olduğunu farkına vardığımda, özellikle okuduğum bölüm konusunda kendimi geliştirmem için birçok imkânım oldugunu fark etmiştim. Fakat İngiltere’de yaşasam ya da eğitim hayatıma devam etsem bile eninde sonunda Kıbrıs’a geri dönmeyi hedefledim. Kıbrıs’a geri döndüğümde Londra’ya geri dönme korkusu yaşasam dahi kısa sürede yok olmasının en büyük etkeni üretiyor olmak ve şikayet etmemek olduğunu anladım.
“Ben olsam senin yerinde İngiltere’de kalır buraya gelmezdim”,
“O kadar okuyup Kıbrıs’a geri mi geldin?”,
“Memleketi sen mi kurtaracaksın?” diyenlere…
Evet, memleketi ben kurtaracağım. Ne de olsa İngiltere’yi geliştirmek için okumadım, ne de öğrendiklerimi kendime saklayacak kadar bencilim. Dünyayı kurtaramayacağım belki de ama önce kendi dünyamı, sonra da yavaşça kendi eksenimi düzenleyeceğim titizlikle.
Sadece şikâyet etmeye meyilli bir yapımız var. Millî sporumuz hâline gelmiş neredeyse. Her ne olursa olsun “Ne beklerdin bizim memleketten?” demiyorsak rahat edemiyoruz. Hiçbir şeyden memnun olamıyoruz, az ile yetinemiyoruz ve eldeki kaynakları iyi kullanamıyoruz. Şikâyet ettiğimiz şeyin ortadan kalkması için herhangi bir çaba gösteriyor muyuz? Sorumluluk alıyor muyuz? Ya da özverili çalışıyor muyuz? Yok oluyoruz diye şikâyet ediyoruz ya hani, şikâyet etmekten başka bir şey yaptık mı oysaki?
Kimisi boşuna çırpınıyorsun dese de, olsun, ben Kıbrıs için geldim.
Yıllarca kendi kendimizi tükettik. Bu yeni yıl umut olsun da tüketmek yerine üretmeyi ve şikâyeti bırakmayı tercih edelim.
Başarılı iletişimci Ahmet Şerif İzgören şöyle der:
“’Herkes kendi evinin önünü süpürse sokaklar tertemiz olur.’ diye bir laf var ya, sakın inanmayın, silin kafanızdan. Eğer bu ülkede kendi evinizin önünü süpürürseniz görevinizi yapmıyorsunuz demektir. Çıkın ve bütün sokağı süpürün…”
Siz benimle misiniz bilmiyorum ama,
Ben gerekirse bütün sokakları tek başıma süpüreceğim!
Kaynak:
Ahmet Şerif İzgören, 2002, Şu hortumlu dünyada fil yalnız bir hayvandır, Elma Yayınevi.
Kapak fotoğrafının tüm hakları Çağın Nevruz Özsoy’a aittir.