Kanada’nın eksi iki ile eksi yirmi dört derecelik soğuklarını arkamda bırakarak indim Montego Bay’in palmiye ağaçları ve o ağaçların yapraklarının arasından sızan güneş hüzmeleri ile beni kucaklayan, hemen hemen denizin üzerine inşa edilmiş uçak pistine. Daha önce hiçbir “üçüncü dünya ülkesine” gitmemiş, beyaz, orta sınıf statüsüne mensup bir kız olarak, kadınlar için dünyanın ilk beş en tehlikeli ülkesi olan bu minik adaya ayak basmak, benim için kişisel gelişim anlamında da küresel farkındalığımın gelişmesi bağlamında da çok büyük bir adımdı.
Bindiğim off-road aracında bir senedir görmediğim babamı kucaklayıp, botlarımı can havliyle ayağımdan çıkarıp, yalın ayak bir şekilde Jamaika’nın ünlü yemeği olan “jerk tavuk”tan yemek üzere küçük bir büfeye yöneldim. Başımın üstündeki, kendi kendini zor serinleten vantilatör mütevazı bir şekilde usul usul dönerken, her zaman yaptığım gibi etrafıma bakınmaya, minik detayları aklıma kazımaya başladım. Peki gözlemlerimi aktaracak olursam; bu Jamaika nedir, ne değildir? Hangi ön yargılarımızı doğru çıkarmakta, hangilerini bir çırpıda yıkmaktadır bu meşhur ada? Özet olarak diyeceğim o ki, bu yazımda, bir ihtimal bu adayı ziyaret edecek olanlara kendi deneyimlerimi ve önerilerimi yansıtmak istedim… Bakalım, gitmeyecekseniz bile fikriniz olsun, olur ya, bir gidene anlatmak için…
Nedir?
1400’lü yıllarda, İtalyan kâşif Kristof Kolomb’un “gözlerin gördüğü en güzel ada” olarak tanımladığı yerdir Jamaika… Pek çoğumuz için sahillerinde reggae rüzgarları esen, bazılarımız için de çok uzak gözüken, küçük, dertsiz tasasız bir adadan ibarettir burası. Gerçekten öyle yanları var; size plajda hindistan cevizi satmaya çalışan yerliler, bahşiş umudu ile plajda önünüze kurulup âdeta bir özel orkestra edası ile Marley’in en güzel klasiklerinden “Could You Be Loved”ı, büyük sanatçı sonra bir de sizin için daha kişisel bir edayla, âdeta bir serenatmışçasına seslendiren plaj müzisyenleri ile, Jamaika gerçekten çoğu insanın kış hayallerini süsleyebilecek güzellikte ve karakterde. Peki bunların yanında, aslında neyin nesiymiş Jamaika? Bir şeyi göz görmeden doğru kabul etmek olmaz. Sonuçta bir yerin nasıl bir yer olduğunu, en çok orayı gezen bilir derler. Karayipler genellikle her şey dâhil resort tatilleriyle ünlüdür. Bu olay Jamaika için de geçerli. Uçsuz bucaksız plajlarıyla, Jamaika gerçekten de “cennet ada” lakabına yakışıyor.
Ada güzelliğinin yanında, aynı zamanda boş vermişliğiyle ünlü. Bunu önceden de duymuş olmama rağmen, taşlar yerine yaklaşık on beş metre yüksekliğinde bir kayadan mineral suyuna atlamaya çekindiğim zaman, yerlilerin “burası Jamaika, burada korkamazsın” demesi ve Negril’e girerken gördüğünüz şehir tabelasında, ismin altında “The Capital of Casual”, yani “Rahatlığın Başkenti” yazısını gördüğüm zaman oturmaya başladı. Burası gerçekten de, boş vermişliğin ülkesi. Ada kültürünün verdiği rahatıkla birleşip, ülkeye tam bir “boşversene ya” imajı vermiş. Yerlilerden aldığım bilgilere göre, bu yaşam stilinin arkasında sömürgecilikten kurtulma ve sonunda, nasıl olursa olsun, kendi kendilerini yönetebilme mutluluğu ve özgürlüğünün getirdiği duyguda yatmakta. Konuşmalardan çıkardığım sonuca göre, “kendi kendimizi yönetelim de, nasıl yönetirsek yönetelim” mantalitesi, yerlilerin ülkede işlerin işleyişine olan bakış açısı ve kabullenişinde büyük rol oynuyor.
Ne Değildir?
Buraya geldiğimde fark ettim ki, bu adada lokal bir deneyim her şey dâhil resortlara verilen paralardan çok daha fazla potansiyele sahip. Resortların çoğu Amerikalılar tarafından yönetiliyor. Halk çok, çok fakir. Çoğu resortlarda ayda 70 dolara çalışıyor. Buradaki ilk günümde, plajda sohbet ederken Kanada’nın soğuklarından dert yandığım bir yerli, “keşke -23 derecede olsaydım da doğru düzgün para kazansaydım” dedi. İşte o zaman daha iyi anladım ki, ülkenin mottosu olan “no problem”, aslında her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyordu. Bence Jamaika her şey dâhil tatillerin yanında, sürdürülebilir turizm olarak bildiğimiz yeni tatil trendine çok uygun. Sürdürülebilir turizmin en belirgin özellikleri turizmin insanlara ve çevreye vereceği zararı en aza indirgemek ve tatil süresince yerlilere katkıda bulunmak. Maalesef, Jamaika çok turistleştirilmiş; geleneksel değerler kutlanmak yerine, bu cümbüşün arasında yitip gitmeye bırakılmış. Ülkede hak ve hukuk pek işlemiyor. Her hafta farklı çeteler arasında çatışmalar çıkıyor, durduk yere silah sesleri ve mini yangınlar başlayabiliyor veya daha doğrusu, başlatılabiliyor. Yani çoğu insanın bilincinde yer edinmiş cennet imajı, doğa açısından pek yerinde olsa da sosyal yaşantıda kendini çok göstermiyor.
Tabii ki, Jamaika bir kabile değil. Ve yine tabii ki, bu tehlikeler her yerde mevcut değil. Kolay bir şekilde kaçınılabilirler. Lokal insanlar ve birçok turist bilgi noktası, size güvenli bir tatil sürmek için gidebileceğiniz harika plajlar ve yerler hakkında bilgi vereceklerdir. Bana güvenin, bu yerlerin sayısı hiç de az değil… Çatışma riskleri sadece lokallerin yaşadığı birkaç alanda çok daha fazla ve turistik alanlarda, risk minimuma indirgenmiş durumda. Fakat her fakir ülkeye giderken alınacak, karanlıkta değerli eşyalar veya yüklü para ile tek başına dolaşmamak; taksilere binerken plaka numarasını almak ve taksiciye belli bir yol tarif etmek gibi genel mantık çerçevesi altına giren tedbirleri almak, Jamaika’ya gelirken de akıllıca olacaktır.
Ne Yapalım, Gidilir mi?
Tabii ki, sırf bir yere on günlüğüne gitmekle, o yerin gurusu olunamaz. Benim de diyeceklerim sadece subjektif fikir ve oradaki deneyimime bağlı. Fakat benim gözlemlerime göre, Jamaika “Ne değildir?” başlığı altında değindiğim sorunlarını çok göreceli, fakat benim çok takdir ettiğim bir şekilde çözmüş. Biz “batılıların” bakıp yuhaladığı trafik sorunlarını her gün radyoda belki onlarca kez tekrar edilen, “belirli bölgelerde çete çatışmaları yaşanmaktadır, ulusal güvenlik kurulu bugün toplanıyor, güvende kalın” ve “evet, bugün çarşamba, ölümlü trafik kazalarının en fazla yaşandığı gün” anonslarına sadece gülüp geçebilen bir millet olarak yontmuşlar kendilerini. Bu hayret verici olsa da, onlara göre, bunların hepsine şikâyet etmek veya canlarını sıkmasına izin vermek, hayatı kaçırmaktı. Bu yaklaşım -kaosun içerisinde huzur bulma mekanizması- bana çok anlamlı geldi. Belki de yakın vadede değişmeyecek bazı “sorunlar” varsa, eğer toplumun hepsi bu “sorunla” yaşamayı kabul ediyorsa, belki de bu sorun oranın halkı için çok büyük bir dert hâline getirilecek bir “sorun” değildir.
Bizim insanımızın seyahat ile ilgili en çok sorduğu soru, “Eee nasıldı, gidilir mi?”. Diyeceğim o ki, eğer beklentilerimizi ve bakış açımızı değiştirmeye hazırsak, Jamaika her turiste çok sıra dışı deneyimler sunabilecek bir ülke. Eğer sadece lüks bir tatil yapmak istiyorsanız, bence gidilmez. Bunun için, daha uygun bir fiyata, daha iyi servis alabileceğiniz yerler mevcut (bkz. Maldivler). Ama eğer kendimi bilinmedik sulara atayım, alışılmışın dışına çıkayım, bir grup arkadaş ile bilgi toplayıp, lokal bir maceraya atılayım diyorsanız, evet gidilir. Buradan yakındaki adalara geçilebilir (Küba, Dominik Cumhuriyeti, Haiti vs.), tam bir “Karayip Korsanları” turuna çıkılabilir. Çok da unutulmaz olur. Yani, tamamen buradan ne beklediğinize kalmış. Her şeyden aldığımız keyif, ondan ne beklediğimizle doğru orantılı değil mi gerçi…
Fotoğraf için tıklayınız.