Günümüz “iktidar” ve yönetim aygıtlarının işlevinin ve hem teorik hem de eylemsel düzlemde gerçekleştirme kudretinin anlaşılırlığına dair aydınlatıcı bir göz niteliği taşıyan kavram: “Panoptisizm”. Bu kavram önemini ve geçerliliğini yalnızca iktidar aygıtlarının işleyiş biçimlerine dair verdiği sırlardan değil, aynı zamanda sırlarını açığa verdiği iktidar aygıtlarının da vazgeçilmez bir parçası oluşuna borçludur.
Algımızda daha açık ve anlaşılır bir panoptisizm imajı oluşturmak için bu düşüncenin henüz bir kavram hâline gelmemiş zamanlarına yolculuk etmemiz gerekiyor. 1791 yılında İngiliz hukukçu ve düşünür Jeremy Bentham tarafından ileri sürülen mimari bir tasarım fikri olarak panoptikon: Tasarımı gereği yuvarlak veya altıgen bir yapısal dizileme sahiptir, merkez noktasından bakıldığı zaman bu dairesel yapının dış sınırı hücrelerden oluşmakta ve tam merkezinde ise daireyi çevreleyen tüm hücreleri gören bir kule bulunmaktadır. Her hücrenin dış duvarında içeriye ışık alan ufak bir pencere bulunmaktadır, oysa hücrelerin kuleye dönük olan kısmında ise bir duvar bile bulunmadığı için merkezdeki kuleden bakıldığı zaman tüm hücreler kör nokta olmaksızın rahatlıkla görülebiliyor.
Her ne kadar karşımıza imaj olarak bir “hapishane” tasarımı çıksa da, aslında Bentham’a göre panoptikon bir hapishane modeli olmaktan çok, birden fazla işlevi olan bir kamusal hizmet ve toplumsal üretim merkezidir. Böylece, hücrelere duruma göre bir suçlu, hasta, deli, işçi ve öğrenci kapatılabilir. Böylece, panoptikonu, hücrelerindeki toplumsal çeşitliliğe göre değerlendirdiğimiz zaman ise karşımıza sadece bir hapishane tasarımı değil, aynı zamanda bir hastane, tımarhane, fabrika ve okul modeli çıkacaktır. Bu tasarımın çok amaçlılığını düşündüğümüzde Bentham’ın panoptikonu neden bir “verimlilik modeli” olarak sunduğunu anlayabiliyoruz sanırım.
Aslında, panoptikon mimari bir model oluşunun ötesinde bugünün politik ve modern toplumsal olaylarının da bizzat içerisindedir. Tasarım (model) olarak sunulan panoptikonun kavramlaşması sayesinde bugün toplumun iktidar mekanizması tarafından nasıl etki altına alındığını ve bireyselliğin artık nasıl mümkün olmadığını anlayabiliyoruz. Panoptikonun, iktidar, toplum ve birey arasındaki etkileşime uygulanabilirliği ise bu modelin tamamen Fransız düşünür Michel Foucault tarafından toplumbilimsel düzeyde metaforik bir kavramlaşma evrimine uğratılmasındandır.
Foucault tarafından iktidar çarklarının işleyişi üzerinden ele alınan panoptikon gözetimi; iktidarın en güçlü şekilde varlık gösterebileceği bir düzen yaratma gayreti içindedir. Bu düzen ancak mutlak otorite olan iktidarın toplumu “optik” bir göz aracılığıyla “teleskoplayarak” parçalara ayırmasıyla can bulur. Bu durumda toplum, cezalandırılması gereken suçlular, kapatılması gereken şüpheliler, bakılması ve tedavi edilmesi gereken hastalar ve deliler, çalıştırılması gereken işçiler ve terbiye edilmesi gereken öğrenciler olarak ayrılacaktır.
Foucault’a göre iktidar aygıtının toplumu gözetlemesi, bedenler ve zihinsel düzlemler üzerinde bir uyuşukluk ve uysallık etkisi yaratmaktadır. Böylelikle, iktidarın dayattığı kurallara uyan ve tek tipleşen toplum iktidarın söylem ve aksiyonlarına sorun çıkarmaz olur… Yaratıcılığı ve bireyselliği değil, çoğalan benzerliği ve bedensel robotikliği destekleyen bir kavram olarak: Panoptisizm.
İktidar mekanizması için, toplumun gözetlenerek uysal ya da söz gelimi “örnek bir vatandaş” hâline gelmesi asıl hedef değildir. İktidarın asıl amacı toplumu her daim panoptikon ile gözetlemek değil, birey üzerinde belli bir süreliğine yapılacak gözetim sonucu, onu kendi kendisinin panoptikonu hâline getirmektir. Böylece “iktidarın gözü” artık bireyin içindedir… Zihinsel düzlemimizin tam ortasında kişinin bedensel görünüşünü ve düşüncelerini dizginleyip, biçimlendirebilen bir “kule”. Panoptikonun insanın içine yerleşmesi demek aynı zamanda “birey”in yok olduğu anlamına gelmektedir. Bunun nedeni ise şöyle açıklanabilir; artık insanın içinde varlık gösteren panoptikon mekanizmasında “insan” hem hücredeki düşüncesinin ve eyleminin sahibi, hem de hücreden bakıldığı zaman görülemeyen o kuledeki gözün sahibidir. Kişi artık sürekli olarak kendi hareketlerini gözlemlemeye, kısıtlamaya ve kurallara uygun şekilde ayarlamaya başlayacaktır. Orwellyen bir yorumlama ile; kişinin sözüm ona kendi kendisine Büyük Biraderlik etmesidir. Panoptikon işte böylece varlığını sezdirmeden kişiyi etki altına alıp bireyselliğini ortadan kaldırır.
İktidar aygıtı, bireyi sadece panoptikon aracılığı ile onun benliğini ele geçirerek doğrudan yok etmez. Aynı zamanda, kendisine veya dayattığı kurallara karşı gelen muhalif bireyleri de toplum içinde varlık gösteren bir takım “örnek vatandaşlar” aracılığı ile dolaylı yoldan yok eder.
Neden mi? Çünkü muhalif veya tehlikeli addedilen herkesle uğraşmayacak kadar tembel olan iktidar aynı zamanda bu işi topluma devredecek kadar da akıllıdır.
“Örnek vatandaş”ların bu işi nasıl yaptığına dair bir örnek verecek olursak, sanırım en güncel ve geçerli örneklerden biri günümüz Türkiye’sinin iktidar, toplum ve birey ilişkileri olacaktır.
Bireyselliğin artık pek de mümkün olmadığı coğrafyalardan biri hâline gelen Türkiye’de, insan dediğimiz varlığın tüm düşünce, ifade ve eylemlerinde soyut bir sınır bulunmaktadır (bazı durumlarda bir polis barikatı veya sansürleme ile somutlaşabilen bir sınır). Söz gelimi, bu sınırın Sovyet (somut) usulü değil de, soyut bir şekilde varlık göstermesinin nedeni ise, baskı ve sansür rejiminin toplum üzerinde oluşturacağı korku ve dehşet sayesinde kişilerin kendi rızalarıyla iktidarın kontrolü altına girmeyi istemeleridir. İktidarın bu denli bir manipülasyona girişirken başvuracağı ilk silah şüphesiz “medya” olacaktır. Bugün Türk medyasının birincil propaganda aygıtı olarak değerlendirilmesinin nedeni budur. Apaçık ve doğrudan bir yayın yasağı uygulamaya cüret edemeyen iktidar, medya ve basın kurumlarına direkt olarak ne sunacaklarını belirtmiyor, lakin “ne”yi sunmayacaklarını belirtiyor. Böylelikle, medya kurumlarına bülten dışı materyal üretip kendilerini ve toplumu kandırmaktan başka seçenek kalmıyor. Bu nedenle, Türk medyasının bugünkü durumu içler acısı bile olmamakla beraber, salt bir materyalistik gölgelemeden ibarettir.
Aslında, iktidar somut bir sınır belirlemese bile kişiye ceza vermekten asla geri kalmaz. İlginç bir şekilde bunun nedeni ise pekâlâ anlaşılırdır. İktidarın, bireyin “eyleme gücü”ne somut bir sınırlandırma getirmesi popülaritesini ulusal ve uluslararası alanda kötü etkileyecektir. İşte bu nedenle günümüz Türkiye’sinde iktidarın eyleme ve dayatma gücü doğrudan değil, “dolaylı” yoldan işlemektedir. Böylece iktidar, polis, istihbarat veya türevi bir kuvvet oluşturup her şüpheliyi yakalamak, her muhalifi ve farklı olanı hapse atarak, doğrudan susturmak ve ortadan kaldırmak yerine, bu işi gizlice topluma aktarmıştır.
Bundan sonra, klasik ve çok tepki çeken antidemokratik iktidarlarda olduğu gibi devlet doğrudan engelleyip cezalandırmıyor. Günümüz Türkiye’sinde bu artık toplumun sorumluluğudur… Öyle ki, artık bulunduğunuz muhalif bir söylemde, polisin gelip sizi tutuklamasını beklemenize gerek yok, çünkü artık her ortamda niteliksel iktidar gözleri, yani “örnek vatandaşlar” sizi iktidar aygıtı adına sansürleyecek, susturacak, cezalandıracak ve gerekirse ortadan kaldıracak kadar cüretkar olacaktır. Böylece, iktidarın gözünde işlediğiniz suçun cezasını devlet tarafından polis ve mahkemelerce doğrudan kamusal olarak değil, dolaylı yoldan toplum tarafınca uğrayacağınız hakaretler, ithamlar ve linçler aracılığıyla çekeceksiniz.
Gündelik yaşamdan bir örnek verirsek, Türkiye’de şu sıralar yaygın olan sokak röportajları sırasında insanların ifade biçimlerinin hem söylev olarak, hem de vücut dili olarak ne derece çağ dışı ve şiddet içerikli olduğu apaçıktır.
Örneğin, hainlik ithamlarında bulunan takkeli dedeler, cehennem ateşi ya da Silivri soğuğuyla tehditler savuran bıyıksız sakallılar, seneler önce birinci dünyaya göç etmesine rağmen dünyayı ve insanı birazcık bile anlayamamış gurbetçiler… Böylece “örnek vatandaş” kategorisini devam ettirebiliriz, lakin, Türkiye’de çoğunluğu oluşturan bu kategorinin işlevini irdeleyecek olursak, onların bu işi iktidar adına kutsal bir görevi devralmışçasına bilerek veya bilmeyerek yaptıklarını görebiliriz.
Evet, biraz önce yüzeysel olarak Türkiye’de “panoptisizm”in ne derece etkili ve başarılı olduğunu, hatta orijinal kavramını aştığını ve kendisine, daha etkin olabilmek için yeni işlevler kazandırdığını imgeledik.
Ve artık Bentham ve Foucault’un ekseninde serpilip gelişen panoptikon, her kıtaya, her ülkeye, her toplum kesimine ve her kuruma göre şekillendirilebilen ve eylemi olan gözetimden fazlasını gerçekleştirebilen bir mekanizmadır. Henüz aygıtsal bir çehreye bürünmese bile, işlevsel somutluğu günden güne derinlik kazanan bir gerçektir.
Asla kapanmayan ve hiçbir detayı kaçırmayan bir göz. Yunan mitolojisinde bedeni gözlerle kaplı ve en ince detayı dahi kaçırmayan bir Tanrı, Argus Panoptes gibi… Bu aynı zamanda bazı kaynaklara göre panoptikon kavramının terminolojik çıkış noktasıdır.
Hazır bu kavrama dair tanrısal bir betimlemede bulunmuşken, yazının son bölümüne de girebiliriz. Panoptikonun insan düzlemininde yarattığı etkiyi ele aldıktan sonra, bu kavramı ve modeli sizin sorgunuza bırakacağım.
Yazının başında yaptığımız mimari tanımlamaya geri dönecek olursak, hücrede ki kişinin, merkezde ki kulede duran gözetleyen “şey”i göremiyor olması onda “tapılası” bir belirsizlik durumu yaratacaktır. Bu durumda “belirsizlik” karşımıza itaat edilecek soyut bir güç olarak çıkar. Kuledeki gözün, görebilen ama görülmeyen bir belirsizlik içinde yaratılması kişide tanrısal bir imaj olarak hayat bulacaktır. Panoptikon tanrı kavramı kadar soyut olabilir, lakin toplum ve birey üzerinde “tanrı” kavramı kadar yetkindir.
Yeterince derin düşündüğümüz zaman, amacı ve işlevi gözetmeksizin panoptikonun aslında her şeyde biraz, ya da bir şekilde var olduğunu görebiliriz. Her zaman bir şey, ya da bir kişi için kendi benliğimizi yok sayarız farkına varmadan. Can çekişen bireyselliğimize gölge düşürürüz… Nasıl mı?
Dünya’ya masum gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren bize işlenmiş ve empoze edilmiş kavramlar, düşünceler, etiketler, kimlikler, ilişkiler, doğrular, yanlışlar, kurallar, dokunulamayanlar ve ahlak. İşte, bir noktadan sonra tüm bu göreceli oluşumlar bizde aynı seste birleşir ve biz ona vicdan deriz. Duymamış olamazsınız… Mutlaka içinizden bir ses size; bu yapacağın, yaptığın şey, tanrıya, dine, ideolojime, ülkeme ya da aileme ters diye seslenmiştir. İyi dinleyin, o ses, bir kere uygulandı mı bir daha iflah olunamayan bir buyruktur. Belki de içimizde benliğimizin tam ortasında yükselen bu ses, sandığımız kadar masum değildir. Belki de içimizde konuşan o ses bize vicdanımızın doğrularını değil, bizi yönlendiren o belirsiz ve bilinemez kulenin emirlerini haykırıyordur. Belki de vicdan dediğimiz şey merkezimize yerleşen bir panoptikondur.
Düşünsenize, gerçekten hayatımızda istese bile panoptikleşemeyecek bir kavram var mı?
Peki ya, insan düzleminde o dokunulamayacak ve salt sorgulanamaz tanrının dahi suretine bürünebilmiş “panoptikon” nasıl olur da; din, etnisite, aile ve ideoloji kavramlarını yok etmez ?
İşte o dünya artık mümkün değil, ve gözden kaçmak imkânsızdır…
Kaynakça
Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar
Michel Foucault, Özne ve İktidar
McLuhan, Foucault, Chomsky, Baudrillard, Postman, Lacan, Zizek, Kadife Karanlık
https://www.youtube.com/watch?v=kTiZ34zdetY
https://dusunbil.com/felsefe-ve-panoptikon-mahremiyet-erozyonu/
İleri bir araştırma için:
Michel Foucault, İktidarın Gözü
Jeremy Bentham, Panoptikon
https://dusunbil.com/foucault-ve-sosyal-medya-sanal-panopticonda-yasam/
Yazıdaki ikinci fotoğrafın kaynağı için buraya tıklayınız.