Kazanılan Yarışın İtirazı Olur mu?

On altı milyon insan, bunların on milyon altı yüz bin tanesi seçmen ve sekiz milyon yedi yüz bin tanesi de Türkiye’nin son yerel seçiminde oy kullanan kesim. Mekân, İstanbul. Adaylar, çok, ancak yarış iki kişi arasında.

 

Ekrem İmamoğlu, yakında 50’nci yaşına girecek, Beylikdüzü Belediyesi Başkanlığı yapmış, son yerel seçimlerden önce adının İstanbul’da bile fazla dikkat çekmediği bir ana muhalefet partisi adayı. Karşısında iktidar partisinin ağır toplarından, “Türkiye’nin son başbakanı” ve seçim öncesi de Meclis Başkanı görevini üstlenmiş, espritüel kişiliği ile nam salmış Binali Yıldırım. Temelinde, en cahil görüş bile anket sonuçlarına bakmadan hangi adayın bir adım önce olduğuna dair tahmin yürütebilir. Öyle ki, bahis oranları bile -İmamoğlu’nun 2,55 oranına karşı Yıldırım’ın 1,45’i- iki aday arasına uçurum koymuştu!

 

31 Mart’ta gerçekleşen Türkiye yerel seçimlerinde ise karşılaşılan tablo, burun buruna bitiş çizgisine doğru koşturan iki beygirin mücadelesini andırdı. Önde görünen Yıldırım galibiyet ilan ederken, sürekli olarak arayı kapatan İmamoğlu temkinli olmayı ve moralleri yüksek tutmayı tembihledi. Mücadele, fark artık sadece binlik rakamlara gerilediğinde ve tansiyonlar ise tavanı deldiğinde, durdu. Sayım bittiğinden değil, sadece ekran başındaki kişiye bilgi gitmediğinden. Kısaca, saat dönmeye devam ederken, verilerin dönmesi kesildi.

 

***

 

Saniyeler içinde güncellenen o kıymetli veriler, dakikalar yuvarlanıp saatleri geride bırakırken, dolandırılmayı andıracak şekilde sırra kadem bastı. Soru işaretleri de tıpkı zamanın akışı gibi birikmeye başladı. İlk dakikalar güncelleme gelmediğine şaşırırken, ilk saatler komplo teorilerinin üretimine geçti. Komplo teorisi Türkiye seçimlerine yabancı değildir, ancak bu sefer bir şeyin neden olduğunu açıklamak yerine, bir şeyin neden olmadığını açıklamak gerekti. Bunun üstüne soruların tek tarafı ve açıklama yapmaya yetkili kanat Anadolu Ajansı, iktidar partisinin kontrolünde olduğundan ise şüphelerin yangınına körük götürdü.

 

Pek çok ağızdan pek çok ses çıkarken, veri akışının kesiminden saatler sonra iktidar kesiminden ilk açıklama gelir. Bu açıklamayı yapan Türkiye Cumhuriyeti partili Cumhurbaşkanı değil, İstanbul Belediye Başkanlığı adayı Yıldırım da değil, Ajans’ın kendisi hiç değil. Yüksek Seçim Kurulunu saymadım bile. Bu açıklamayı yapan iktidar partisi mensubu bir İstanbul İl Başkanı.

 

***

 

Açıklamanın bu yazıya vesile olma sebebi ise mücadelelerde genel olarak kabul edildiğini düşündüğüm, en azından bir önceden yaşanmışlığı olmadığını düşündüğüm bir hadiseyi bahsetmesi. Açıklamada İstanbul’un Yıldırım tarafından kazanıldığını duyuruyor il başkanı. Ancak bu duyurudan önce geçersiz kabul edilmiş oylar için gerekli itirazların yapılacağından bahsediyor. Ondan önce de haksızlığa uğradıkları sandıkların tutanaklarını gösteriyor. Sıralamayı ters yaptığımı düşünürsek, konuşma pek de “galibiyet ilanı” gibi duyulmuyor. Meselenin özü aslında şu soruya kaynıyor: “Kazanılan yarışın itirazı olur mu?”

 

Ortalama bir durumda itirazlar bir kararın aleyhine olan taraf tarafından yapılır; mahkemede ceza hükmü alan, kumarda kaybeden, sınavda düşük not alan ve yarışta kazanmayan taraftır alışageldiğimiz “itirazcı”. Sebep elbette sadece olumsuz sonuç almaları değildir, bu olumsuz sonucun haksız bir şekilde meydana geldiği düşüncesidir. Bir “hak arayışı” söz konusudur.

 

İktidar partisi, “kazandığı” bir yarışın hangi “kayıp” hakkını arıyor?

 

***

 

Nitekim, gayriresmî sonuçlar İmamoğlu’nun kazandığını gösterdi. Bu sonuç, yukarıdaki tartışmaya sağduyu getirdi. Gerçekten de “kaybeden” taraf itiraz edecek oldu. Bir “oh” çektim, dünya hâlen tahmin edebildiğim bir ahlak seviyesinde. Bu rahatlama kısa sürdü, zira bu defa daha gerçek görünen bir şüphe ile doldum. İstanbul’u kaybetmemek iktidar partisi için ne kadar önemli?

 

Sembolik önemi bir yana, ekonomide lokomotif görevi gören İstanbul’un yerel yönetim bazında kaybının yutması zor bir hap olduğu su götürmez bir gerçek. On beş yıldır iktidar partisinin kaybetmediği bir büyükşehir olması bir tarafa, Türkiye’de en yoğun nüfusa sahip bölge olma önemine de sahip. Ancak, asıl kayıp uzun dönemli. Asıl kayıp geçen hafta Sevgili Mert Yücel’in yazısında bahsettiği durumdur. Sevgili Mert, “İktidar yerelden gelir.” dedi. Yerel yönetimleri ele geçirebilen bir parti, hükûmet olmaya en iddialı adaydır. Yine de, partilerden öte, “Liderler yerelden gelir.” demek de gerçeğe yakın bir öngörüdür.

 

Bu deyime örnek olabilecek kişiler çok. Cumhurbaşkanımız ve T.C. Cumhurbaşkanı bu deyime ışık tutan en iyi iki örnektir. İkisi de “toplum lideri” görevini üstlenmeden yerel yönetim bazında sınanmıştır. Biri başkentimiz Lefkoşa’nın, diğeri ise -şehrin sembolik önemini gösterir şekilde- İstanbul’un belediye başkanı görevini üstlenmiştir.

 

Bu yüzdendir ki, İstanbul’u kaybetmek sadece olumsuz bir kayıp değil, olumsuz bir kazanımdır da. Olumsuz kaybı birebir şekilde belediyenin kaybı olarak görebilirsek, olumsuz kazanım uzun dönemde yerel yönetim sınavını yıldızlı notlarla geçebilen potansiyel ve tehditkâr bir “rakip” kazanımıdır. Belediyenin kendisi tekrar kaybedenler tarafından kazanılabilir, ancak bu olası “rakibin” varlığı bile iktidar değişikliğini gündeme getirir.

 

***

 

Bunu önlemek için ne yapılabilir?

 

Bu soruya ilk cevap elbette belediyenin hâlen resmî şekilde kazanılmasıdır. Zira, geçersiz oyların tekrar sayımı bir haftadır devam ediyor ve aradaki fark kapanıyor. İstanbul’a mahsus olan bu “seçenek” olası bir durum olduğundan ilk tercih konumuna yükseliyor. Belediyenin kazanılması, en basit ve temiz çözümdür.

 

Bu olmadığı takdirde -kaybedilmiş diğer belediyeleri düşünürsek- alternatif her çözümün uzun dönemli etkileri olacaktır. Her birini incelemek isterdim, ancak fazla uzatmamak için en çok korkutucu ve aksi alternatifi tartışacağım.

 

En korkulacak alternatif devlet mekanizmalarını sistematik bir şekilde yerel yönetimlere karışmaya başlamasıdır. Bu en ufak bürokrasiden, en ağır müdahaleye kadar her yöntemi içerir. Böyle bir durumun yerel yönetim performansını azaltması kadar, ulusal verimliliği azaltır. “Rakibi” küçük düşürmek için feda edilecek her türlü işlevler ileride ekonomik bir hasardır. Bu sadece yerel yönetimin altını değil, yurt ekonomisinin de altını kazıtır.

 

Bu olası hasarların en önemlisi kamu işlevselliğine olan güvenin çökmesidir. Güven eksikliği, hatta yoksunluğu, çok tehlikeli bir hamleyi tetikleyebilir: Para akışının sonu. Bu, Türkiye’deki mevcut finansal krizin derinleşmesine yol verir. Zaten şu ana kadar halının altına süpürülmüş bu krizin, sadece Türkiye’yi değil, bütün dünyayı tehdit eden küresel bir finans krizine dönüşmesi yukarıda bahsi geçen komplo teorilerinin aksine gülünç bir senaryo değildir. Böyle bir senaryoda herkes kaybeder ve bu kaybın itirazını kimse yapamaz.

 

Belki Sevgili Mert’in deyimine ikinci bir ilave, sadece Türkiye için yapılabilir: “Küresel krizler de yerelden gelir.”

 

***

 

Pekâlâ, ancak neden biz Türkiye’deki seçimleri bu kadar önemsiyoruz? Kendi siyasetimizmiş gibi yakından takip ediyoruz?

 

Cevabı basit, Türkiye’deki gelişmelerden, Türkiye’den çok, biz etkileniyoruz. Döviz krizinin patlak verdiği zamanlarda bizim tecrübemizi en güzel özetleyen analoji şu olmuştur: “Türkiye hapşırırsa, biz grip oluruz.” Bizim Türkiye’yi bu kadar içten takip etmemiz, bu sebepten gayet doğaldır. Doğal olmayan ise bunun dışında yapabilecek hiçbir gücümüzün olmamasıdır.

 

İstanbul’un olası bir “fethi”nin yukarıda bahsettiğim senaryolardan, korkutucu veya değil, birini tetiklemesi veya tetiklememesi bizi Türkiye’den daha çok ilgilendirir. Bu yüzdendir ki İstanbul’un yeni belediye başkanı, kim olursa olsun, bizim için de bir İstanbullu kadar hayatidir.

 

Kuzey Kıbrıs olarak İstanbul seçiminin ulusal bir mesele hâline gelmesi, başkan adaylarının Kıbrıs geçmişlerinin medyada bol yankı yapması, Türkiye’ye olan kültür veya etnik bağlantıdan öte -tıpkı İstanbul’daki sonucun kaynağı gibi- ekonomiktir.

 

Bu hususta kendimizi kandırırsak, İstanbul İl Başkanı gibi, konuştuğumuz şey kendimize bile inandırıcı gelmez.

 

Türkiye yerel seçimler yapadursun, bizim de itiraz etmemiz gereken “kazandığımız” bir yarış var.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir