Otoriteryanizm obsesyonu ayrıca “otorite takıntısı” olarak tabir edilebilecek bir durumdur. Bir psikiyatrik bozukluk olarak “obsesyon” kişinin genellikle biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkenlerle veya travmatik tecrübelerle sahip olabileceği, kontrol edilmesi ve kurtulması çok zor bir sendrom olarak karşımıza çıkar. Aslında amacım herhangi birinin psikolojik değerlendirmesini yapmak değil, kısa bir tanımlama ile söze başlamak ve sizlerin de mutlaka en az bir kere bile olsa gözlemlemiş olduğu bir konu hakkında düşüncelerimi ifade etmektir. Böylece, bahsedeceğim konuya tarihsel bir yorumlama veya bir sorun çözümlemesi sunmak yerine salt bir eleştiride bulunacağım.
Bu bağlamda, Türk toplumunun (ağırlıkla Türkiye sınırları içinde yaşayan ve ülke nüfusunu oluşturan neredeyse tüm toplum katmanlarını kastediyorum) bir bileşeni, hatta tüm hücrelerine yayılmış bir nevi bozukluk hâline gelmiş bir otorite hayranlığından söz edeceğim. Öyle ki, bu durum sadece ortalama bir Türk insanının gündelik yaşamının tüm evrelerinin değil, aynı zamanda kişinin zihinsel düzleminin de büyük bir alanını etki altında bırakıyor. Söz gelimi bir “bozukluk” olarak nitelediğimiz bu durumun ciddiyetini ise, Türk insanının ağırlıkla genel davranış ve iletişim şekillerinde gözlemleyebiliyoruz. Türkiye’de bireyin gündelik yaşamında somut veya soyut olarak bulunduğu her ortamda belirli sebeplerden dolayı birilerinin “reis” veya “başkan” ilan edildiğini görmek kaçınılmazdır. Bahsettiğim bu durumu en küçük toplumsal birim olan “aile” oluşumundan, ülke çapında örgütsel bir oluşuma kadar görebiliyoruz. Öyle ki, dört duvar arasında iki kişilik bir ailede (evin reisi), her mahalle köşesinde (mahallenin reisi) ve iş yerinde (mevki gözetmeksizin) birilerinin ya kendileri tarafından ya da içinde rol aldıkları mikro toplumsal katmanlar tarafından reis tayin edildiği su götürmez bir gerçektir. Ne yazık ki, bu mikro toplumsal ölçekte sınırlı değil, aksine uzunca bir süredir tüm ülkede tepeden tırnağa varlık gösteren bir bozukluk durumundadır.
Bireysel ölçekte örneklemeler ile konuyu biraz daha derinlere taşımakta fayda var. Mesela aile üzerinden bir örnek verecek olursak, hiç şüphesiz ele almamız gereken figür çoğunlukla “aile reisi” diye tabir edilen baba figürüdür. Türk toplumunda “reis” kalıbı içinde varlık gösteren baba figürünün otoritesi, kendisine evin maddi dayanağı oluşundan çok, yaşamı boyunca toplum tarafınca bilinçaltına işlenen “sözde” kültürel ögeler ve deyimlerle dayatılmıştır. Böylelikle, aile yaşantısı içerisinde itaat edilmesi, söz gelimi “ağzına bakılması” gereken “despotik” ve bir o kadar da kasıntı bir kişilik rolü baba figürünün omuzlarına yıkılmıştır. En küçük toplum birimi olan aile içinde bile durum böylesine eşitlikten ve rasyonaliteden uzak ise, topluluk hâlinde en basit bir sosyal etkileşim (sokakta yürümek gibi) içerisine girildiği anda travmatik olaylar ile karşılaşılması kaçınılmazdır.
Aslında, üzerine biraz düşünüldüğünde günümüz Türkiye’sinde insanların en basit aktiviteler sırasında bile bu kadar negatif ve gergin olmasının sebebi de bu değil mi?
Yüzlerce farklı kültürel ve ritüel arka plana sahip milyonlarca “reisin” trafikte araba sürerken, otobüste seyahat ederken veya alışveriş yaparken kendilerince uygulamaya çalışacakları sağduyudan uzak, keskin otoriter kuralları ve raconları ile gündelik hayat akışını ne ölçüde etkileyebileceklerini hayal edin. Doğrusu hayal etmenize pek de gerek yok, televizyonu açıp bir dakika haber izlemeniz veya Türkiye’de sokağa çıkıp biraz yürümeniz bu durumu birebir tecrübe etmenize yetecektir.
Belki de bu “otorite takıntısı” dediğimiz şeyin ciddiyetini anlamak için Türk insanı üzerinde bıraktığı bireysel ve toplumsal etkileri daha yakından incelemeliyiz. Mesela, sözde “saygı gösterme” şeklinde algılanan ama aslında salt bir “tapınma” biçimi olan: Kendisinden büyük biri orada bulunduğu sürece (bazen fiziksel olarak orada varlık göstermese bile) konuşamama, düşüncelerini ifade edememe (eğer hâlen daha düşünebiliyorsa), fikri sorulduğunda dahi kendini ifade edemeyecek raddeye gelme…Böyle bir araştırma henüz yapılmadı ama bu durumda ortalama bir Türk’ün kendini ifade edebilme evresi ancak kendi çekirdek ailesini kurduğu ve hem toplumsal hem de kendi mental düzleminde “reis” ilan edildiği zaman gerçekleşebiliyor. Kaldı ki var olduğu günden bu yana kendisine hiç ifadede bulunma ve konuşabilme hakkı tanınmayan bir bireye sadece evlendiği için bu hakkın aniden tanınması genellikle gayet özürlü ifade biçimleri doğuruyor. Ayrıca, kadının bugün bunlar olurken ki rolü ne diye merak ediyorsanız, maalesef anlattıklarımın tümünden mustarip olmaktan başka bir rolü olduğunu düşünmüyorum. Bu çarpık düzende kadın figürü başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konu…
“Aile” birimi üzerinden bir örnek daha verecek olursak: Çok çocuklu bir ailede otoriter biri yüzünden “şiddetli geçimsizlik” yaşandığını düşünün. Böyle bir durumda aile üyelerinin ikiye ayrıldığı görülecektir, mutlak otoriteye itaat eden, her dayatılanı istemeyerek de olsa kabul eden ve içten içe nefretle tutuşsa bile iplerini bir türlü koparamayan birileri ve öbür tarafta söz konusu otoriteye daha fazla tahammül edemeyen ve her şeyi göze alarak, iplerini koparıp başka bir diyarda kendi yolunu özgürce çizecek olan diğerleri.
Peki Türkiye’de günümüz siyaset ve yönetim anlayışı da toplumu bu durumda bırakmıyor mu?
Eğer siz bu “şiddetli geçimsizlik” yaşanan ailenin bir üyesi iseniz, yani kısacası “Türk” iseniz, size iki seçenek sunuluyor; ya mevcut yarı-teokratik otoriteye isteyerek veya istemeyerek itaat eder ve “sindirilirsiniz” ya da iplerinizi koparıp daha “özgür” ve “anlayışlı” bir coğrafyaya gidersiniz. Eğer mevcut otorite ile iyi anlaşamadığınız hâlde hem gitmiyor hem de susmuyor iseniz, o zaman göze batacak, sansürlenecek, kapatılacak, tutuklanacak, tehdit edilecek, linç edilecek ve belki de öldürüleceksiniz… Adeta bir otorite “psikozu” olan bu durum daha farklı nedenlerle de bezenerek etkisi altında bıraktığı kişiye sokakta başka insanlara posta koyma, ders verme, alakası olmadığı hâlde olaylara dâhil olma cesaretini vererek Türk toplumunun düşünce, hareket ve ifade özgürlüğüne ağır darbeler vurarak yaşam kalitesini diplere çekmektedir.
Son olarak, “otoriteryanizm obsesyonu” olarak betimlediğimiz tüm bu bireysel ve toplumsal tapma ve tapınma hâllerinin Türk toplumu üzerinde ne denli yetkin olduğunu ülkelerinin başına atadıkları “reisi” aynı zamanda dünyaya “kâinat lideri” olarak anlatmaları sayesinde görebiliyoruz.
Aslında, size gerçek dışı “Orwellyen” bir manzara sunmuyorum, Türk toplumunu topyekûn etkisi altına alan bir bozukluğun tanısını koyuyorum…