Vahşetin Çağrısı

Koca gövdesini yerden kaldıran Buck, hayatının geri kalanında çok daha farklı bir mücadeleye girdiğini toprağın alışmadığı sertliğinden ve yürürken ağrıyan görkemli vücudundan anlamıştı.

 

“Demek gelenek buydu. Bir kere yıkıldın mı, sonun geldi demekti. Öyleyse hiç yıkılmamaya bakacaktı.”

 

Yargıç Miller’ın evinde güvenli ve her istediği ona verilerek yetiştirildiği kucaktan bir gün gizlice evde çalışan bir uşak tarafından kaçırılan Buck, altın avcılarına Kanada’ya satılır. Uşak tarafından bir hayli dövülmüş ve zorla bindirildiği trenden sopa zoruyla indirildikten sonra alıştığı hayattan çok farklı bir duruma gözlerini açmıştı. Farklı insanlara elden ele satılıp, sahiplerinin dayatmasıyla farklı görevleri üstlenerek bir çok maceralı hikâyelerle devam eden öyküsünün sonunda son sahibi John Thornton ile tanışmış ve onu herkesten farklı sevmişti. Tıpkı John Thornton’un onu herkesten farklı sevdiği gibi. Kitapta okuyucuya 4 mevsimi de yaşatan ve birçok farklı karakterleri içeren hikâye, sevgi ve huzur dolu bir ortamdan gelen bir burjuvazi köpeğin liderlik mücadelesini ve özüne dönmesini anlatmaktadır. Daha sonra geriye dönüp baktığında Yargıç Miller ile olan anılarını “ev” olarak tanımlayamaycaktı.

 

Beni bu kitapta en çok etkileyen noktalardan biri ise Buck’ın vermiş olduğu tehlikelerle dolu hayatta kalma mücadelesi ve onu sıkça ölümle burun buruna getiren savaşlara rağmen kendini birlikte mücadele ettiği Thornton’un yanında daha huzurlu ve özünü bulduğunu hissedip, geçmişte Yargıç Miller’ın evindeki rahatlık içinde yaşadığı günleri ise kendini daha henüz doğmamış bir kurt olarak geçirdiği bir zaman olarak anımsamasıydı. Bir de bu noktada yanında onu kendisi gibi kabul eden John Thornton’a olan bağlılığı. Yapayalnız kendi çatımızda, sevdiklerimizden uzakta ve birçok stres altında hisseden bizler, acaba özlediğimiz o rahat ve güvenli olma duygusu mu yoksa özümüz diye tanımladığımız köklerimiz mi? Peki bu kökler belli bir mekâna ve zamana mı ait yoksa bize mi? Bilemiyorum. Fakat Buck, bana hayatta yaşadığımız herhangi bir mücadelede, kendimizle ilgili bir çok benimsediğimiz noktanın aslında gerçekten çok uzak yapay bir ekleme olduğunu gösterdi. Çünkü bu zorluklarda ortaya çıkan azmin başımızdan geçen olayların sonucu olmak yerine içimizdeki mücadeleci umut olduğu düşüncesindeyim.

 

Buck, evinden alınıp altın avcılarıyla hayatını sürdürüp bir köpek olmaktan başka bana kendi özümüzün ne diye tanımlayabileceğimizi sorgulattı. Buck, bu mücadelede vahşi hayata bir engel olarak yaklaşmak yerine onu içine çağıran iniltiler ve tutku olarak yansıtmaktadır. Özümüzü ne diye tanımlayabileceğimiz kafamıza veya kalbimizde karar verebileceğimiz bir şey olmadığını ve bunun aksine bizi kendi içine biz fark etmeden çektiğini Buck üzerinde görebiliriz. Buck, Thornton’a olan sevgisi ve bağlılığına rağmen kalbinin Thornton’la kalmasını söylediği sesine ihanet etmişti. Beslenmek için avlanmasına gerek yokken O yine de vahşi doğada diğer kurtlarla birlikte yemeği için avlanmayı ve özüne dönüp onlarla yaşamayı tercih eden bir köpek.

 

Vahşetin Çağrısı adlı kitaptaki hayattan alınmış gerçekçi yaklaşım ve kargaşa aslında Jack London’ın hayatını yansıtıyordu. London gençliğinde işçi sınıfı bir ailede yetişmiş ve kendisi de yazarlığa başlayana kadar para kazanmak için birçok zorluktan geçmişti. Benim için London’ın bu kadar gerçekçi ve gri yazmasının bir sebebi de aslında bütünüyle hayatı anlatabilecek olan geçmişi ve sizi gözleriniz kapayıp kendi yarattığı köpekle bile empati kurdurabilecek olan kalemidir.

 

London Oakland’da annesi ile 14 yaşına kadar yaşayıp okulu terk edince, istiridye çalarak ve hükûmetin deniz kontrolünde çalışarak hayata atılır. Bu serüvende Japonya’ya gemiyle yola çıkan ve eve döndüğünde bir çok macerasıyla etrafını büyüleyen London, annesinin yönlendirmesiyle dönemin yerel gazetesinin yazı yarışmasına katılıp birinci gelir. Bu başarı başlarda onu motive edip bir sene içinde liseyi bitirmesine ve Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’e başlamasına sebep olsa da bir sene sonra üniversiteyi bırakıp tekrardan maceraya atılır.

 

1890’ların sonunda Kanada altın akımına katılan London, Klondike bölgesine ve ardından da Alaska’ya yolculuk yapar. Eli bu serüvende maddi olarak zorda ama manevi olarak bir çok hikâye ile dolu olarak evine döner. Her zamanki gibi yaşadığı mücadelelerden esinlenerek kendini yazarlığa meslek olarak adar. Benim için London’ını özel yapan nokta gerçekçi ve romantizm içermeyen hikâyeleriyle hayatın anlamlarını sorgulatabilmesidir.

 

Bütün bu yaşadığı maceralar ve mücadeleler sonunda kendisini sosyalizme adar ve 1895’te Sosyalizm Nedir adlı kitabıyla radikal olarak kapitalizme karşı hayatının sonuna kadar mücadele verir. 1905’te öğrenciler arası Sosyalist Derneği kurup bu fikri üniversitelerde yaymaya çalışır. Her zaman bu mücadelede işçi sınıfının mücadelesini ve sorunlarını dile getirir. Güzel bir detay da Troçki’nin London hakkında övgülerini okumamdı. London’ın ölümünden sonra kızı, Meksika’da bulunan Troçki’ye babasının kitabını yollamış ve mücadelesine katkıda bulunmuştu.

 

Bütün hırçınlığı, acımasızlığı ve sevgisiyle karşımızda duran Buck’ı okumak bize kendimizle de ilgili yüzleşmelerimizi ve sorgulamamızı sağlamakla kalmayıp, mücadelesini sabırsızlıkla gözlemletiyor. Hiçbir karakterin toz pembe olmadığı bu kitapta empati kurup, Jack London’ın hayranlık uyandıran kalemiyle tanışabilirsiniz.

 

“Yaşamın doruğunu belirleyen ve ötesinde başka yücelik bulunmayan bir büyük kendinden geçme vardır. Ve yine yaşamın öylesine bir çelişkisi vardır ki, bu kendinden geçme, bireyin en yaşam dolu olduğu bir anda, yaşadığını tamamen unutmasıyla gerçekleşir.”

 


 

Referanslar:

https://www.biography.com/writer/jack-london

https://jacklondonpark.com/jack-london-biography/

https://www.britannica.com/biography/Jack-London

 

Fotoğraf için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir