Bir Karantina Sabahı: 67. Gün

Sıradan bir sabahtı. Delikanlı, yine aynı kuşların sesiyle uyanmış ve çoktan kahvesini hazırlamaya başlamıştı. Şerafettin ismini verdiği kedisi, yine aynı kapıda sabırla kahvaltısını bekliyordu. Sıradan olmayan tek şey, delikanlının dün gece gördüğü rüyaydı. Çok çok uzun zaman önce olan bir konser buluşmasını görmüştü. Arkadaşlarıyla birlikte, hep bir ağızdan “Dibine Kadar” adlı şarkıyı söylüyordular:

“Yazdım çizdim hayal ettim

Sazla sözden ibarettim…”

 

Çok geçmeden, Şerafettin’in miyavlamasıyla bu düşüncelerden kurtulan genç, hızlıca balkon kapısına doğru davranarak, kedisini kucağına alır, usulca severek hâlini hatırını sorar. Bu sırada, kahvenin olup olmadığını da kontrol eden delikanlı, bir yandan da başka düşüncelere doğru yelken açmaktadır. Vücut uzun zaman aynı yerde olmaya mecbur kalınca ruh daha da bir gezginleşiyordu sanki.

 

Kahvesi ve Şerafettin’le balkona çıkan delikanlı, kara kediyi usulca yere bırakarak her sabahki köşesinde yerini alır. Saat 7.15. Birazdan ekmekçinin arabası geçecek, takriben beş dakika sonraysa karşı sokaktaki benzin istasyonunu çalıştıran yaşlı komşusu telaşsız bir edayla sol köşede belirecekti.

 

Delikanlı, kahvesini aheste bir keyifle yudumlarken, “Karantinanın 67. günü, sana da günaydın!” diye olabildiğince bağırdı. Şimdi daha iyi hissediyordu. 67 gün kolay geçmemişti. Market alışverişi ve birkaç kaçamak akşam üzeri yürüyüşü dışında sokağa çıkmamıştı. Birden, en yakın arkadaşının “Haydi gel dışarıda bir kahve içelim.” dediği son günü hatırladı. “Yorgunum, çıkmak istemiyorum.” diye cevaplamıştı. Nereden bilebilirdi ki, dışarı çıkabileceği son gün olduğunu…

 

Delikanlı, o gün bugundür, her akşam aynı saatte çevrim içi (online) kahve içiyordu dostuyla. Bu kriz, arkadaşıyla daha da yakınlaştırmıştı onu. Kahvesi bitmek üzereyken, karantinada yaşadığı aşk hayatını düşünmek istedi. Sevgilisi uzaktaydı, ancak eskisinden daha çok paylaşımda bulunuyorlardı. Her gün, bir kelime belirleyip birbirlerine o kelimeyle ilgili küçük mektuplar yazıyorlardı. Bu küçük alışkanlık, hem zihnini diri tutuyor hem de sevdiceğiyle var olan bağını güçlendiriyordu. Sevmek, bugünlerde sabretmek demekti. Bazı akşamlar, kokusunu duyar gibi oluyordu uykuya dalmadan önce. Özlemden dolayı olmalıydı. Delikanlı, vuslat düşüncesinin onu hayatta tutan önemli ve güçlü bir şey olduğuna yürekten inanıyordu.

 

Birden kahvesinden bir yudum daha almak için elini fincanına doğru götürdü, ancak kahve çoktan bitmişti. Ne çabuk!

 

Canı, bir fincan daha istiyordu. Ancak, yeniden kahve yapmaya kalkmadan önce biraz daha hayal kurmak ve geride kalan 66 günün muhasebesini yapmak istediğini fark etti. Kahve bekleyebilirdi.

 

Hayatta çok fazla hırsları olan birisi değildi, ancak telaşlı geçen günler esnasında küçük şeylerin değerini unutmuştu. Geçen 66 gün, sevdiklerinle özgürce gezebilmenin çok büyük bir zenginlik olduğunu öğretmişti. Meğer, korkusuzca istediğin yere gidebilmek değerli bir nimetmiş.

 

Delikanlı, karantina biter bitmez artık daha yavaş yaşayacağına, küçük şeyleri daha çok takdir edeceğine söz verdi kendi kendine. İncir çekirdeğini doldurmayan şeylere koşturmak ve üzülmek için hayat çok kısaydı. İnsan sevdiklerine ve küçük hobilerine daha çok zaman ayırmalıydı. Ayağının dibinde miyavlamaya başlayan Şerafettin, daldığı düşüncelerden sıyrılmasına yardımcı oldu. Kedisinin kahvaltısını unuttuğunu hatırladı. Saat 8.15 olmuştu. Çevrim içi Portekizce dersinin başlamasına 45 dakika vardı. Bir kahve içmek ve en sevdiği derginin yeni sayısını okumak için yeterli bir zamandı. Hızlıca mutfağa dönüp, Şerafettin’e güzel bir ziyafet ve kendisine yeni bir kahve hazırladı.

 

Delikanlı, yeniden köşesine yerleşince sevinçle dergisini karıştırmaya başladı. İlk sayfada yavaşlamakla alakalı ilginç bir hikâye vardı.

 

“Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

 

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola çıkıyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…”

 

Kahvesinden bir yudum aldı, masmavi gökyüzüne baktı. Delikanlı, Şerafettin’e seslenerek her şeyin bir sebebi olduğunu ve bugünlerin de geçeceğini söyledi. Sabır lazımdı. Sonra derin bir nefes alıp, dergisini okumaya devam etti.

 


 

Kapak görseli için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir