Ayşe Kulin’in Veda’sı

Daha sonuna gelmeden yaşlar akıtmaya başladığım Veda romanına dopdolu duygularla veda ettim az önce. Acısını, sevincini her karakter ile birlikte yaşadım.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun nazırı olarak yeni atanmış, daha sonra yaşayacaklarının farkında olmayan Ahmet Reşat Paşa’nın sevincini, iki kız çocuğu anası Behice’nin yoğun kocasını yatakta beklediği gecelerdeki özlemini, Sarıkamış’tan döndüğünden beri sağlığı bir türlü yerine gelememiş Kemal’ine üzülen Ahmet Reşat Bey’in teyzesi Saraylıhanım’ın endişesini, daha küçükken Kemal’e el ayak, göz kulak olsun diye uzak akrabasının evine gönderilen daha sonra Kemal’e eş olan Mehpare’nin deli dizgin aşkını ve en önemlisi Kemal’in vatan sevgisini hissettim.

 

Annesini küçücük yaşında kaybetmişti Ahmet Reşat Bey ama Saraylıhanım teyzesi sağ olsun asla annesiz kalmamıştı. Behice Hanım’la bu konuda aynı kaderi paylaşıyordu Ahmet Reşat, zira Tanrı Behice’ye can verirken annesinin canını almıştı. Behice’ye babası İbrahim Bey bakmış, biricik kızının bir dediğini iki ettirmemişti ve iyice ölçüp biçmişti biricik kızını kime vereceğini. Behice’yi yaşı geldiğinde zengin bir toprak ağasına da verebilirdi ama o helal süt emmiş, harama el sürmemiş Ahmet Reşat Bey’i tercih etmişti. Ahmet Reşat, ailesi yıllardır sarayda hizmet veren Çerkez bir ailenin oğlu, bir İstanbul beyefendisiydi.

 

Ahmet Reşat Bey’in Kemal isminde bir yeğeni vardı. Kemal, genç, deli, içi vatan sevdasıyla dolup taşmış aydın Kemal. Ahmet Reşat Bey dayısı değil, âdeta babası gibiydi gencin. Sarıkamış’a daha 20’lerinde gitmişti. Yazarın beyaz gelin diye tanımladığı Sarıkamış’ta canından olmadan geri dönebilmişti Kemal.

 

“Ucuz atlattın dediler. Doğrudur, yamaçlara her kar düştüğünde usumda canlanan o korkunç gecenin hatırasını yeni baştan yaşamanın ve yaz kış hep üşümenin dışında, ucuz atlattım ben. Şimdi böbreklerimde sancım, gecelerimde kabuslarımla, eksik parmaklarımla, aldığım her nefeste sabırla hesap soracağım günü beklemekteyim. O gün geldiğinde, iki elimle Enver’in ve ona Sarıkamış seyrüseferinde, dağlarda donarak ölen doksan bin askerin hesabını soracağım. Yakında. Çok yakında. Ben de nihayet beyaz kelebekler gibi uçuşup, benden çook önce donup giden arkadaşlarımın yanına vardığımda…

 

Kumrular

Sağlığından ötürü uzun yıllarını Mehpare’nin bakıcılığında geçirdi Kemal. Zamanla âşık olmuştu bu genç ve zeki kadına. Mehpare melek kalpli, cesur ve akıllı bir kadındı. Vaktinde onu Dilruba annesi, belki evin küçük beyini ayartır da onunla evlenir diye umutlarla göndermişti Ahmet Reşat Bey’in konağına. Kızı Mehpare’yi diğer kızları için de dilediği gibi içinde bulundukları yoksulluktan kurtarmak istedi. Onlar 93 harbi sonrası Kafkas’dan İstanbul’a göçüp yerleşen Çerkez ailelerindendi. Bu ailelerin en büyük talihsizliği, erkeklerinin savaşta, kadınlarının doğumda, çocuklarının ise sarı hastalığı ile hayatlarını kaybetmiş olmalarıydı. Yoksullukları yaşadıklarının kaçınılmaz bir sonucuydu. Annesinin dilediği oldu nihayetinde fakat varlığı, namı için değil, Kemal’i Kemal olduğu için çok sevdi genç kadın.

 

Gizli aşklarını bir tek Kemal’in çocukluk dostu, Mehpare’nin çok kıskandığı Azra’dan başkası fark etmemişti. Azra kocasını savaşta kaybetmiş dul, akıllı, eğitimli ve kocasının kaybından beri kendini vatanına adamış bir kadındı. Kocası ile de sadece formalite icabı evlenmiş, ona hiç âşık olmamıştı. Sevgisizliğine veriyordu çocuklarının olmayışını. Mehpare hep kadını güzelliğinden evvel zekası ve eğitimli olmasından ötürü kıskandı. Kemal’e Azra gibi kadınlar yakışırdı, kendisi kimdi ki diye düşündü hep. Fakat Kemal için Azra, Azra için de Kemal kardeşten öte olamazdı.

 

Azra kıskançlık duygusundan başka duygular ve özellikler de katmıştı Mehpare’ye. İçten içe kıskansa dahi hep rol modeli aldı Azra’yı. Azra gizli düzenlenen kadın meclislerine bile götürmüştü Mehpare ve Behice’yi. Gerçi iyi mi? Daha ilk katıldıkları meclis son olmuştu lakin Behice toplantının ortasında bayılıp kalmıştı. Daha belli oldu ki Behice’nin iki can taşıdığından gelmişti başına gelenler.

 

Konağın Hâlleri

Evleri sessiz sakindi çoğunlukla. Behice’nin büyük kızı Leman piyano, küçük kızı afacan Suat keman çalardı. Bir Suat ile Leman’ın, bir de Saraylıhanım ile Behice’nin tartışmaları, zıt düşmeleri boldu. Kemal hep üst katta odasındaydı. Arada bir can dostu doktor Mahir yurtta olanları haberdar etmek için muayene adıyla Kemal’i ziyarete gelirdi. Mahir dışında da bir Mehpare neşe ve heyecan getirirdi Kemal’e, o da zaten Kemal’e özlemiyle yanıp tutuşup çokça ziyaret ederdi sevgilisini. Ahmet Reşat Bey eve hep geç saatlerde yüzü asık dönerdi eve. Zavallı adam Osmanlı’nın çöküşünü kaldıramıyordu. Gün geçtikçe işler kötüleşiyor, Fransızlar ve İngilizler Osmanlı üzerinde daha da baskınlık kuruyordu. Ahmet Reşat ile Kemal birbirlerine çokça yârenlik ederlerdi. Düşüncelerinin değil de saflarının çakışmasına rağmen hep ülkelerine ne olacak, ne oldu onu konuşur, hiç araları bozulmadan tartışırlardı. Kemal yeni Ankara’da kurulan hükûmetin yanlısıydı, Ahmet Reşat ise nesillerdir ekmeğini kazandığı Osmanlı’ya ihanet etmeyi kendine yakıştırmazdı. Her şeyin farkında olsa dahi hep padişahı destekler, desteklemezse de susardı. Süreç ilerledikçe Ankara Hükûmeti için de hem Kemal’e hem yurduna yardım etmek küçük yardımlarda bulundu. Osmanlı’yı, padişahı savunuyordu fakat ne kördü, ne de cahil. Sadece derinden bağlıydı.

 

Konakta huzur yoksa bile bir monotonluk vardı. Bunu kötü bir şeymiş gibi söylemiyorum lakin monotonluk bozulur bozulmaz olanlar oldu.

 

Büyük Sürpriz

Verem olduğunu sandıkları Kemal iyileşti, bağışıklık sistemi toparladı. Artık yıllardır beklediği ve arzuladığı gibi vatanı için bir şeyler yapabilirdi. Ok yayından artık çıkmıştı, Kemal’i kimse durduramazdı. Dayısına bunu açıklayabilecek durumda olmadığından apar topar gitmeyi, kaçmayı diliyordu. Mehpare’nin gözünden kaçmamıştı Kemal’in hâlleri. Bir gün Kemal’i odasında valiz düzerken yakalayınca hemen anladı durumu. İnat etti, gitmesin istedi, ikna edemedi bir türlü.

 

“Yavrum, bu büyük bir mücadele. Senin benim aşkımdan çok çok daha önemli, anlıyor musun?”

 

Mehpare, Kemal gidecekse, o da onunla gitmeli diye düşündü. Azra ile konuştu ve hemşirelik kurslarına yazıldı. Azra ile Mehpare birlikte gidip geldiler hep kurslara. Ta ki Mehpare’nin gebe olduğu ortaya çıkana kadar. Mehpare planları bozulmasın diye hamile olabileceği ihtimalini görmezden geliyordu fakat Saraylıhanım’ın durumu anlamasıyla Mehpare’nin savaşta hemşirelik yapıp Kemal’i gözlemesiyle ilgi hayalleri yıkıldı.

 

Kemal, Ahmet Reşat Bey’e durumu izah etmeye gittiğinde yakın zamanda savaşa gideceğini, bu nedenle Mehpare ile evlenmeden gitmek istemediğini dile getirdi. Durum böyle olunca Ahmet Reşat Bey’den onay alındı. Düğün yapıldı fakat bu bir düğün müydü cenaze mi bilinmezdi. Yeni gelin, taze gebe Mehpare düğün gününden üç gün sonra zevcini savaşa gönderecekti. Mehpare’nin Kemal’in yanında son kez geçireceği, hayatı boyunca unutamayacağı üç gün vardı.

 

Konakta Açan ve Solan Çiçekler

Zaman geçer, konağa yeni bir güneş gibi Behice’nin 3. kızı Sabahat doğar. Behice Hanım her ne kadar erkek evlat doğuramadığından dolayı yetersiz hissetse de Ahmet Reşat Bey hâlinden oldukça memnundur. Bu sırada Kemal ise çıktığı yolculukta aradığını bulamamıştır. Koğuşta, tanımadığı adamların içinde günlerini geçiriyor, operasyonlara sağlığı elvermediği için katılamıyor, tatmin olamıyordu. İlk operasyonu başarıyla tamamladı fakat tek düşündüğü biter bitmez karısının yanına, konağa geri gitmekti. Yine de bunu yapmadı, yollandığı son operasyonda telgraf fincanlarını taşırken Eskişehir yakınlarında zabıtaya yakalanarak hayatını kaybetti.

 

Konaktan bir can çıktı, konağa bir can girdi. Mehpare’nin bebeğinin doğumu zevcinin ölüm haberini alır almaz gerçekleşti. Yaşadığı acı korkunçtu.

 

Kemal’in gidişinin ardından, Osmanlı’nın düşmesiyle Ankara Hükûmeti idam edilecek olanların listesini çıkarttı ve bu Ahmet Reşat Bey’in gidişine vesile oldu. Listede kim varsa, herkes toparlanıp ülkeden kaçacaktı. Ahmet Reşat Bey giderken büyük kızı Leman’ı doktor Mahir’le nişanlandırıp gitti. Mahir, Ahmet Reşat Bey’in gemisi kalkmadan bir gün önce Leman ile evlenmek için ondan izin istemişti. İki genç de seviyordu birbirlerini. Leman onay verdikten sonra akşama nişanları gerçekleşti. Sabahına ise Ahmet Reşat Bey ailesine, İstanbul’una elveda demeden sessiz sedasız gitti. Behice de Mehpare gibi, kocasını uzaklara yollamadan önceki akşam beyinin göğsünde binlerce yaş dökmüştü.

 

Ahmet Reşat Bey olanları yediremiyordu. O ki saraya, bu memleketin hayrına hizmet vermişti yıllarca, tıpkı babası, dedesi gibi; nasıl olabilirdi de şimdi apar topar ölümden ve memleketinden kaçtı. O bunu neden hak etmişti? Neyi yanlış yapmıştı ki zavallı adam? O 600 senelik bir İmparatorluğa nasıl yüz çevirebilirdi? Maliye Nazırı olarak Kurtuluş Savaşı için para çıkartmış adamdı o. Padişaha bağlılığı körü körüne değildi ama bir anda da vazgeçemezdi ondan. Ah, Ahmet Reşat Bey ah! Bu kadar eğitimli, Osmanlı’nın aydınlarından bir adam nasıl bu duruma gelirdi. İçi buruk gitti Ahmet Reşat Bey. Vatan sevdalısı bir adam, nasıl vatan haini ilan edilmişti?

 

Bu konak farklı görüşlerde olsalar bile vatan adına savaşan cesur erkeklerin ve gözleri hem dolu, içi burkuk cesur ve zeki kadınların, sevdikleri adamla hiç istemedikleri şekilde evlenen genç kızların konağıydı.

 

Mahir ve Leman’ın evliliğinden meydana gelen Sitare isminde bir evlatları olmuştu. Sitare ise daha sonra Boşnak soyundan gelip İstanbul’un ilk inşaat mühendislerinden olan ve Türkiye’de Devlet Su İşlerini kuran Muhittin Kulin ile evlenip özetini okuduğunuz kitabın yazarını, Ayşe Kulin’i dünyaya getirdi.

 

Gerçek Hayat

Bu hikâye Ayşe Kulin’in büyük dedesi, 2. Abdülhamit döneminin en seçkin devlet adamlarından biri ve Batı’da maliye üzerine eğitim almış ilk maliyeci Ahmet Reşat Yediç’in ve kitabı yayına hazırlama sürecinde vefat eden annesinin anısına yazıldı.

 

Yarı kurgu, yarı gerçeklik içeren bu romanda yazar Mehpare’nin gerçek ismini ailesi yaşadığından ötürü vermek istememiştir. Fakat verdiği bir röportajda bu aşkın varlığının kurgu olmadığını vurgulamıştır. Bir diğer yandan da Azra, Osmanlı’nın çöküşüyle savaşta eşlerini kaybeden kadınların kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamasıyla yaygınlaşan feminizmi temsil etmek adına yazarın kurguladığı bir karakterdir.

 

Enfes bir roman olan Veda’yı sadece özetini değilde, her detayını sindire sindire kitabını okumanızı tavsiye ederim. Şahsen tarih derslerinde “vatan haini” diye söz edilen adamların, aslında vatan haini olmadığını ve anlaşılabileceğini fark ettim. Dile kolay 600 senelik imparatorluk yıkılıyor azar azar, bu konumda insanların verdiği tepkileri doğru bulmasam da anlayabilirdim. Kaldı ki Ahmet Reşat Bey’in konumunda olsaydım ben de farklı davranmayabilirdim. Eminim benim için de zor olurdu Osmanlı İmparatorluğu’na aniden yüz çevirmek, ama buna rağmen Ankara Hükûmetine yardımlarını esirgememişti adam. Onlar da sendendi, bendendi. Bu konuda Ayşe Kulin bir röportajında şöyle söylüyor:

– Yani sizin ailede Vahdettin’e karşı “vatan hainidir” diye bir bakış hiç olmadı.

– Hayır. Ama bende oldu tabii. Çünkü okulda padişahımı vatan haini diye belledim. Bugün öyle bakmıyorum. İstiklal Savaşı’nı kazanamamış olsaydık bu sefer de Atatürk vatan haini olacaktı. Her şey bir tesadüfe bağlı; onun için keskin yargılarla yapmamak lazım bu işleri.

 

Her gün daha da anlayışa geçiyorum, tabuları yıkıyorum böylece. Hiç sorgulamadığım doğrularımın varlığını fark ediyorum.

 

Bir diğer yazıma kadar sağlıcakla kalın, evlerinizde kalın!

 

Hastanede ailelerinden uzak doktorlar için, eve ekmek parasının girmediği günler uzamasın, insanların geçimlerini nasıl sağlayacaklarını bilmediğinden, can korkusuyla geçirdikleri uykusuz geceler artmasın, sevdiğiniz biri hasta yatağında yatmasın, gözünüzden yaş akmasın diye!

 


 

Kapak fotoğrafı için tıklayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir