Roma’da yağmurlu bir cumartesi, günlerden 3 Kasım. Bu haftaki yazımın konusu, takvim vesilesiyle, KKTC’nin kuruluş yıl dönümü olan 15 Kasım. Gelin, klasik söylemlerin aksine, farklı bir fikir jimnastiği yapalım.
Roma’da yaşarken, gerek okul, gerekse sosyal ortamlar dolayısıyla dünyanın farklı yerlerinden insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorum. Sohbetin giriş kısmı genelde “Nerelisin?” sorusu oluyor, isimler öğrenildikten sonra. Ben Kıbrıs deyince, mesela Güney Amerikalı birisi doğal olarak çok fazla bilgiye sahip olmuyor küçük adamız hakkında. Bu durumu takip eden dakikalarda, daha yakında olanların dahi çok fazla bilmediği, hatta içerisine doğan Kıbrıslıların bile tam olarak anlamlandıramadığı Kıbrıs Sorunu’nu anlatırken buluyorum kendimi.
Bu tuhaf sorun nereye gitseniz sizi takip ediyor; ve her defasında, en zor olanı ise elbette, KKTC’nin tanınmadığını ama bir devlet yapısı olduğunu anlatmak oluyor. Böyle olaylar başıma gelince, ister istemez güzel memleketimi tekrardan sorgulama, düşünme ve anlamaya çalışma fırsatı buluyorum. Hâlihazırda takvimler de kasımı gösterince doğal olarak bu yazının konusu 15 Kasım ve geleceğe dair hayaller oluyor.
Geçtiğimiz 40-50 sene içerisinde, Kıbrıs Sorunu’na çözüm bulmak için yapılan ama bir türlü bitmeyen müzakerelerin de etkisiyle, hep bir duraklama, arada kalma psikolojisi egemen oldu toplumumuzda. Ansızın Kıbrıs Sorunu çözülebilir de bir şeyler değişebilir mi acaba diye bekledi durdu büyüklerimiz. Bu sebepten dolayı kalıcı yatırımlar, düzenlemeler, büyük hayaller, güzel günler sürekli ertelendi. Bekle da galiba bu bahar çözülecek, yıl sonuna kadar bu iş bitti deye deye nesiller geçti. Müzakarelerin ilk yılında doğan bebekler, bugün 50 yaşında.
Bu belirsizlik ve erteleme hâli içerisinde maalesef güçlü bir devlet yapısına ve düzgün bir düzene kavuşamadık bunca zaman içerisinde. Ancak, umutla görüyorum ki, artık sorunların çözümünü erteleyemeyiz deyip, elini taşın altına koyan, memlekete olumlu katkı yapmaya çalışan insanların ve organizasyonların sayısı her gün çoğalmakta.
Herkesin bildiği üzere, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü bir çok tarafın iradesinin aynı anda gerçekleşmesi ile olabilecek bir durum. O hâlde, bizim yapmamız gereken, kendi irademizle gerçekleşebilecek olan ve Kuzey Kıbrıs’ı iyileştirebilecek olan adımların ne olduğunu bulabilmek.
Gelin biraz daha açalım konuyu. Geçen hafta, Mehmet Göksu arkadaşım, “Bir Dereboyu Çocuğunun Hayalleri” adlı yazısında çok güzel konulara ve atılabilecek adımlara değindi. Ben de, önce o yazıdan bir kesit paylaşmak ve akabinde kendi fikirlerimi de ekleyerek bu hayali genişletmek istiyorum:
“…Bizim sorunumuz bir noktada bir imaj sorunu. Hem kendi gözümüzde kendimize ait imajımızla, hem de uluslararası topluluğun gözündeki imajımızla ilgili bir sorun…”
“…Cazibeyi daha da arttırmak için, bahsettiğim edebiyat teması işlenebilir. Pronto Çemberi’ne atıfta bulunduğum yazılarda da dendiği gibi Shakespeare temalı bir heykel dikilebilir, başka bir noktaya bir Mehmet Akif Ersoy büstü yerleştirilebilir; ancak belki de daha da önemlisi, yol boyunca müsait noktalara Kıbrıs Türk edebiyatından örnekler içeren levhalar yerleştirilebilir..”
“… Yürürken bir tarafınızda Neriman Cahit’in Lefkoşa’ya mektuplarından kesitler, diğer tarafınızda Mehmet Yaşın’ın Yenişehir’e dair şiirleri, elbette ki hepsi İngilizce çevirileriyle…”
Bizimle bu hayalleri paylaşan Mehmet arkadaşımıza teşekkür etmek istiyorum. Toplumsal hafıza, değerlerimiz, edebiyatımız; bunların hepsi ihmal ettiğimiz çok değerli meseleler. Mehmet’in yazısını okuyunca, aklıma ilk gelen mesele müzecilik oldu. Mesela, gelen bir turistin, gezginin Lefkoşa veya Mağusa’da Kıbrıslı Türklerin hikayesini anlayabileceği, toplumsal hafızamızı ve kültürümüzü öğrenebileceği kaç tane müze var? Bu soruya cevap olarak benim ilk aklıma gelen, Girne Caddesi’nde bulunan Dr. Fazıl Küçük Müzesi’dir. Yakın zamanda restore edilen müze, bu konunun nadir örneklerindendir diye düşünüyorum.
Hayal edin bir, yakın tarihimizdeki Lefkoşa’yı anlatan, bilmeyenlere o dönemin sosyal hayatını ve şehrin önemli iz bırakan esnaflarını anlatan bir müzemiz olsa iyi olmaz mıydı?
Hayal edin bir, Mehmet arkadaşımızın bahsettiği şekilde Kıbrıs Türk Edebiyatı’nı onurlandırabilecek bir edebiyat müzesi olsa güzel olmaz mıydı? Ya da bitmek bilmeyen müzakereler ile ilgili olarak siyasi tarih teması ile Kıbrıslı Türklerin var olma mücadelesini de içeren bir müze?
Elbette, örnekler daha da çoğaltılabilir. Bu hayaller için, gazete arşivleri, yaşayan tarih niteliğindeki insanlarımızın anıları, kişisel ve kurumsal arşivlerde ki fotoğraflar ve o dönem çekilen videolar (Bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=pOW20EntTCY, “SYND 17 2 76 DENKTASH WITH CLERIDES”, AP Archive) faydalı materyaller olabilir diye düşünüyorum. Farklı farklı temalar oluşturarak, teknolojinin de yardımıyla interaktif müzecilik yapmak, bu ülkenin turizmine ve sergilediği imaja son derece olumlu katkı yapacaktır. Hiç şüphesiz, bu hayalleri gerçeğe dönüştürme yolunda “Bizim hikayemiz ne?”, “Gelenlere ne anlatmak istiyoruz?”, “Kendimizi nasıl tanımlıyoruz?”, “Kuzey Kıbrıs’ın ve Kıbrıslı Türklerin nasıl bilinmesini istiyoruz?” gibi sorulara cevaplar bulmak faydalı bir başlangıç olacaktır.
Özellikle, açık hava müzesi konumunda olan Mağusa Kaleiçi maalesef çok üzücü bir noktada. Şehre gelenlerin daha fazla vaktini geçirebileceği, bizi daha iyi tanıyabileceği, anlayabileceği, nitelikli bir aktivite maalesef yok. Zengin bir tarihe sahip olan Mağusa’yı layıkıyla anlatabildiğimizi düşünmüyorum. Bu eski Akdeniz kentinin potansiyelini iyi değerlendiremiyoruz. Şehri ve limanı izleyebileceğiniz hisar üstleri maalesef çöp ve bira şişesi kırıklarıyla dolu. Oysa bana göre, en güzel gün batımı o hisar üstünde izlenir.
Gözlerinizi kapatın ve orasının temizlendiğini ve korunduğunu hayal edin. Bu hayalin akabinde ister istemez bir soru geliyor aklıma: Bilgilendirici levhalarla ziyaretçilerin gün batımını seyretmeleri sağlansa fena mı olurdu?
Özellikle bu son örnek, büyük paralar isteyen bir mesele değil. Örnekleri çoğaltmak da zor değil. Yapmamız gereken ve tek ihtiyacımız olan şey, kendimizi nasıl tanıtmak istediğimizin yanıtını bulmak, vizyon sahibi olan yöneticilere değer vermek ve sorumluluğu başkalarına atmadan elimizi taşın altına koymaktır.
Yazının başlangıcına geri dönecek olursak, KKTC’de bugüne kadar içe kapalı ve imajı çok sorunlu bir yapı oluştu. Bu yazının konusu olmayan bir çok sebep ve etken vardır bu duruma gelmemize neden olan. Ancak, 2018’in sonuna geldiğimiz bu günlerde böyle devam edemeyeceğimizi anlamalıyız. Gelecekte var olmak istiyorsak; büyük sorunun ellerimizi bağlamasına izin vermeden, Dereboyu’na şiir levhaları asmak, toplumsal hafızamızı ve kültürümüzü yansıtan müzeler açıp gelen ziyaretçilere güzel imajlar bırakmak, ağaç dikmek ve daha temiz çevre gibi yapabileceğimiz işlere odaklamamız lazım. Kendimizi küçümsemekten vazgeçer, teknolojiyi kullanırsak özlediğimiz güzel günlerin gelmesi çok da zor değil.
Geleceğe dair bir hayal denemesini okudunuz bu hafta. Sizlerinde eklemek istediği görüş, fikir ve hayalleri olursa, bizlerle iletişime geçmekten çekinmeyin. Gelin bu yazıyı Mehmet Yaşın’ın “Nargileli Şarkı” adlı şiiriyle tamamlayalım:
“O eski Ramazan akşamlarında
yüzük değil, yüz okka kadar
eniştem çıkardı kahve fincanından.
Burnuma tümbek kokusu geliyor
bu keyifli, nargileli şarkıdan.
Uzak gözlüğ’nü takardı eniştem
Törkiya Havadisi dinlerken radyodan
aslında Ayaklı Gazetta’ydı Salisanım da
ama Antensiz TV oldu sonradan.
Burnuma tümbek kokusu geliyor
bu keyifli, nargileli şarkıdan.
Artık kalmadı Yenişehir’de
öyle güzel tel kadayıf yapan.”
Referans: http://tabella.org/2018/10/29/bir-dereboyu-cocugunun-hayalleri/
Fotoğraf için tıklayınız
Çok güzel bir yazı.Keşke siyasilerimiz ve yerel yönetimlerimiz de sizler kadar duyarlı olabilseler yaşadıkları ülkeye.